Lady Macbeth – William Oldroyd (2016)

“Hislerimden şüpheye düşmendense nefes almayı kesmeni yeğlerim”

Satıldığı adamla evlenen ve kocasının ilgi göstermediği bir kadının evin çalışanlarından biri ile girdiği tutkulu ve yasak ilişkinin onu sürüklediği sonuçların hikâyesi.

Rus yazar Nikolai Leskov’un 1865 tarihli ve “Ledi Makbet Mtsenskovo Uyezda” adlı uzun hikâyesinden uyarlanan senaryosunu Alice Birch’ün yazdığı, yönetmenliğini William Oldroyd’un yaptığı bir Birleşik Krallık yapımı. Leskov’un on dokuzuncu yüzyılda kadının üzerindeki toplumsal baskıdan ve erkeğin yanında ikincil kalan konumundan yola çıkarak yazdığı kitabını aynı yıllardaki İngiltere’ye taşıyor film ve başroldeki Florence Pugh’un başarılı performansı ile, içinde bulunduğu koşullara boyun eğmeyen kadının herkesten “intikam”ını net ve çekincesiz bir şekilde anlatıyor. Kaynak kitaptan özellikle sonu açısından farklılaşan film ağırlıklı olarak bir evin içinde ve çevresinde geçerken, sınıf meselelerini de hikâyesine katarak farklı okumalara da imkân veriyor. Öykünün bazı uç noktaları, senaryonun zaman zaman asıl meselelerini unuttuğu, gösterdiklerinin sert çekiciliğine kapıldığı ve “anlamsız” bir olaylar dizisi izlediğimiz izlenimini yaratıyor ama yapıtın ilgiyi hak etmesini engellemiyor bu problem.

Bir kilisedeki evlilik töreni ile açılıyor film; ilahi okunurken kadın yanındakine tuhaf bir rahatsızlık içeren bir bakışla bakıyor bir ara. Ardından “ilk gece”nin tanığı oluyoruz; erkek kaba ve soğuk bir tonla hitap ediyor kadına ve gece kadının beklemediği bir şekilde sona eriyor. Kocası ve onun sert bir otoriterliği olan babası ile kasvetli evdeki günleri başlıyor kadının ve bu hiçbir şey yapmadığı, evden dışarı çıkmasının hoş karşılanmadığı zamanlar önce kocasının sonra da kayınpederinin evden bir süreliğine ayrılması ile -en azından bir süreliğine- sona eriyor. Kadın önce, nefessiz kaldığı evden dışarı çıkma özgürlüğünü tadacak, sonra da çalışanlardan biri ile tutkulu bir cinsellikle örülü bir ilişkiye girecek ve artık sahip olduklarını korumak için sonuna kadar gitmekten de çekinmeyecektir.

Leskov’un eseri Dmitri Şostakoviç tarafından operaya (1934) ve Rudolf Brucci tarafından baleye (1977) uyarlandığı gibi iki kez de beyazperdede hayat bulmuş daha önce: Andrzej Wajda’nın 1962 Yugoslavya yapımı “Sibirska Ledi Magbet” ve Roman Balayan’ın 1989 Sovyetler Birliği yapımı “Ledi Makbet Mtsenskogo Uezda”. Romanın farklı sanat dallarındaki yapıtlara esin kaynağı olması konusunun çekiciliğinden ve kadın ve sınıf meselelerini güçlü biçimde ortaya koyabilmesinden kaynaklanıyor kuşkusuz. Oldukça mücadeleci, inatçı ve kararlı bir kadın karakteri romanın olduğu gibi, filmin de önemli kozlarından biri kesinlikle. Florence Pugh’un performansı kadının bu gücünü seyirci olarak net bir şekilde algılamamamızı sağlıyor; aslında bu sayede onun bazı eylemlerinin inandırıcılık problemleri çok rahatsız etmiyor bizi. Ne var ki filmin bu sıkıntısını tamamen görmezden gelmek de mümkün değil. Toplumsal baskının bu kadar yoğun, kadının haklarının kısıtlı ve kalabalık sayıda çalışanın olduğu bir evde baş karakterin tüm bu eylemlerinde bu kadar rahat olabilmesi yeterince ikna edemiyor bizi zaman zaman. Bir ek problem olarak, tüm gelişmelerini ele aldığınızda, hikâyenin sahip olduğu feminist havaya ters düşen unsurlar barındırdığını da kabul etmek gerekiyor.

Dönemin eril bakışına ve toplumsal baskısına rahip karakteri üzerinden bir kurum olarak kiliseyi de ekleyen filmin sınıf farkını da barındırması ve adaletin bu farklara nasıl nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermesi önemli artılarından biri. Sembolik anlamı ile de önemli olan “konuş(a)mayan” hizmetçiden öykünün kahramanının onun zor duruma düşmesine ses çıkarmamasına, toplumun/düzenin inanmayı ve cezalandırmayı seçtiklerinin farklı sınıflara ait olmasından kadının kişisel savaşını verirken sık sık ait olduğu sınıfın imtiyazlarını kullanmasına kadar farklı örnekleri var bu konunun. Aslında kadının bir yandan sınıf farkına meydan okuyan bir tutkunun peşinden gitmesi, öte yandan aynı farkı kişisel çıkarı için de kullanması ezen ve ezilenler arasında hep kalın bir çizgi olageldiğinin işareti olarak ayrıca önem taşıyor.

İtiraf sahnesinin hak ettiği kadar güçlü olmadığı hikâyenin kapanışı ise oldukça iyi kotarılmış ve baş karakterinin akıbeti ile ilgili olarak dokunaklı bir hava yakalanıyor. William Oldroyd’un görüntü yönetmeni Ari Wegner ile birlikte ortaya koyduğu kamera çalışması da dikkat çekiyor filmin: Kadının evde ve baskı altında olduğu sahnelerde daha statik ve karakterini fiziksel olarak sınırlayan bir tarzı olan kamera onun tutkusunun peşinde olduğu anlarda hareketleniyor ve daha serbest bir hava yakalıyor. Bu tercihler zaten bu konuda sıkıntısı olmayan hikâyenin daha da iyi akmasını sağlıyor ve seyir zevkini artırıyor kesinlikle. Kadının arzusu ve bunun sonuçlarını karanlık bir mizah olarak nitelenebilecek bir tarzla yansıtan yapıtın (ve kaynak olan romanın) ismindeki Macbeth’in Shakespeare’in ünlü oyununun karakteri ile doğrudan bir ilgisi yok; Leskov romanının karakterinin eylemlerinin kötücüllüğü üzerinden Shakespeare’e bir göndermede bulunmuş asıl olarak. Kadının tutkusunun muhatabı olan ve Cosmo Jarvis tarafından gerekli ve yeterli bir incelikle canlandırılan Sebastian karakterinin, öykünün kahramanının aksine psikolojik ve sosyal açıdan yeterince derin bir şekilde ele alınamamış olmasını da bir eksiklik olarak ekleyebileceğimiz film, özetlemek gerekirse, ilgiyi hak eden bir yapıt. Leskov’un romanının opera uyarlamasını izleyen Stalin’in, eseri “müzik değil, karmaşa”, “çirkin bir kafa karıştırıcı müzik seli” ve “gıcırdama, çığlık ve parçalama cehennemi” olarak tanımlamasından sonra operanın Sovyetler Birliği’nde yasaklandığını ve ancak 1962’de Kruşçvev döneminde tekrar sahnelenebildiğini de ekleyelim ilginç bir not olarak.