“Senden tiksiniyorum. Tanrı’ndan tiksiniyorum. Açgözlülüğünden tiksiniyorum”
Kolomb’un Amerika’yı keşfi sırasında İspanyolların yerlilere yaptığı katliamı konu alan bir film çekmek için Bolivya’ya giden bir film ekibinin hikâyesi.
Sinemaya oyuncu olarak başlayan ama artık ağırlıklı olarak yönetmenliğini yaptığı filmler ile beğeni toplayan İspanyol yönetmen Icíar Bollaín’den Batı’nın ötekileri tarih boyunca sömürmesi ve bu sömürünün günümüzde de biçim değiştirerek sürmesi üzerine çarpıcı bir film. Film ekibinin günümüz Bolivya’sında karşılaştıkları düşünüldüğünde anlatılan hikâyenin günümüz Türkiye’si de dahil olmak üzere hemen tüm ülkelerde yaşanan bir gerçekliğe işaret ettiğini söylemek mümkün: İnsana ait olan suyun ticari bir meta olarak görülüp insanın elinden alınması ve asıl sahibine para karşılığı satılması. Ülkemizin dört bir yanını işgal eden HES inşaatlarının tüm direniş çabalarına ve hatta yargı kararlarına rağmen aralıksız devam edebiliyor olduğunu düşününce filmin hikâyesi daha da iç acıtı oluyor.
Dave Matthews Band’in “Don’t Drink the Water” şarkısı (http://www.gurkankilicaslan.com/?p=2591) film boyunca dönüp durdu beynimde. Bu başarılı şarkının sözleri hikâyedeki film ekibinin çektiği filmin birebir karşılığı adeta. “Burada ikimizi alacak yer yok, burası sadece benim” diyen, “saklanmanın, direnmenin anlamı yok” diyen bir işgalcinin ağzından aktarılan şarkının sözleri sanki bu film içindeki film için yazılmış gibi. Alberto Iglesias’ın çok başarılı müzikleri eşliğinde anlatılan hikâye en vicdanlı görünen Batılının bile ucuz işgücünün keyfini çıkarmaktan kaçın(a)madığı bir dünyayı anlatırken kimi çok çarpıcı sahneleri ile seyirciyi etkisi altına almayı başarıyor. Film ekibinin bir prova sırasında kendilerini seyreden yerli garsonları “altın nerede?” diye sorguladıkları sahne adeta bir Brecht oyunundaki yabancılaştırma etkisinden izler taşıyan anlatımı ile sadece garsonları değil seyirciyi de hazırlıksız yakalıyor. Çekilen filmdeki katliam sahnesinde artık kaçamayacağını anlayan bir yerli kadının yere oturup üzerine saldırmakta olan İspanyol askerleri ve onların vahşi köpeklerini beklerken saçlarını açıp serbest bırakması yönetmen Bollaín’in elde ettiği dehşet ve çaresizlik duygusu görülmeye değer.
Film boyunca yönetmen Bollaín sürekli günümüz ile geçmişi karşılaştırıyor ve değişen bir şey olmadığını söylüyor, Ken Loach filmleri ile tanınan Paul Laverty’nin senaryosu aracılığı ile. Kolomb’tan önce insan ayağı değmemiş topraklarmış gibi Amerika’nın keşfi olarak adlandırılan olayın geçtiği zamanların öne çıkan sonuçlarından biri misyonerlik faaliyetleri aracılığı ile bu toprakların Hristiyanlaştırılmış olması ise diğerleri de elbette el konulan topraklar, yok edilen kültürler ve ucuz iş gücü kaynakları olsa gerek. Senaryo filmin yapımcısının düştüğü ikilemi ve “doğal” bir sömürüye nasıl kolaylıkla ve hiç sorgulamadan aracı olduğunu şık örnekler ile anlatıyor. Sömürü ve kolonileştirmeyi anlatan bir filmin yapımcısının filmde kullandığı figüranların kum torbasından daha ucuz olduğunu coşku ile anlatmasının bir örneği olarak gösterilebilecek bu yaklaşım film boyunca sürüyor. Dışarıda suyun özelleştirilmesini yoğun bir şekilde protesto eden halk varken, içerde film ekibine kokteyl düzenleyen yerel yönetici bu yaklaşımın bir diğer örneği. Gael García Bernal’ın biraz fazlası ile sevecen ve yumuşak bir tavırla canlandırdığı yönetmenden, Luis Tosar’ın hayli güçlü ve Bernal’ı fersah fersah geride bırakan performansı ile oynadığı yapımcı karakterleri Batılının kendisinin başlattığı ve devamına da kendisinin aracı olduğu sömürü düzeni karşısındaki vicdanlı ama bu vicdanlarının neden olduğu sorgulamaları asla düzenin temel prensiplerinin sorgulamasına taşı(ya)mayan karakterlerin sembolleri gibi.
Su elbette filmin baş rolünde. Günümüz Bolivya’sında yüzlerce yıldır özgürce kullandıkları suyun artık uluslararası şirketlerin üzerinden nemalandığı bir metaya dönüşmesine şiddetli tepkiler veren halkın isyanı geçici bir çözüm yaratıyor filmde ama Juan Carlos Aduviri’nin doğal ve etkili bir oyun ile canlandırdığı yerlinin ifade ettiği gibi “asıl mücadele” bundan sonra başlayacak ve elbette biliyor, hissediyor ve korkuyoruz ki bu mücadelenin galibi yine sermaye destekli egemen güçler olacak. Bırakın suyu özgürce kullanabilmelerini, yağmur suyunu biriktirmelerine bile izin verilmeyen bir halkın mücadelesi ve filmin bir sahnesindeki kadınların direnişi günümüz Türkiye’sinde yaşam kaynakları olan dereleri kurutacak HES’lere karşı mücadele eden köylüleri çağrıştırıyor ve düzenin dünyanın her yerinde aynı şekilde işlediğine bir kez daha tanık oluyorsunuz film boyunca.
Filmin kimi aksayan noktaları da var. Örneğin yapımcının değişimi biraz fazlası ile ani oluyor ve bir gerçekçilik sıkıntısı yaratmıyor değil. Aynı yapımcının filmin finalindeki “vicdanlı ve kahraman beyaz adam” rolü üstlenmesi de filme oldukça başarılı isyan sahneleri kazandırmış olsa bile rahatsız ediyor. Senaryonun diğer Laverty imzalı benzerlerinde olduğu gibi zaman zaman didaktik bir hava taşıdığını da söylemek gerek.
Çok başarılı görüntü yönetimi ile dikkat çeken ve geniş açı ile çekilmiş panoramik görüntülerinde hayli çarpıcı olan film sinemanın “film içinde film” temalı başarılı örneklerinin arasında yerini alıyor. 2000 yılında Bolivya’nın Cochabamba şehrinde yaşanan su isyanlarının kimi gerçek görüntülerini de içeren ve 2010 yılında ölen Amerikalı sosyalist yazar Howard Zinn’e adanan film kolonizmin neoliberalizme dönüştüğünü ama düzenin değişmediğini göstermesi açısından önemli ve görülmesi gerekli bir çalışma. Finalde yerli adamının ağzından duyduğumuz sözler, “Her zaman bizim başımız derde girer ve asla kolay değildir. Keşke başka bir yolu olsaydı ama yok”, isyanın tek yol olduğunu işaret ediyor ve bu bağlamda sokaktaki isyan ile sanatı karşı karşıya getiriyor, ve sanki ilkini işaret ediyor tek çözüm olarak.
(“Even the Rain” – “Yağmuru Bile”)