“Erkek milleti değil mi, hepsinin canı cehenneme! İğreniyorum, ölesiye nefret ediyorum hepsinden. Bir erkek sesi duyunca kusmak geliyor içimden. Hele bir yerime erkek eli değdiği zaman çıldırıyorum. Rüyamda bile kiminin gırtlağına geçiriyorum parmaklarımı, boğuyorum; kimini kurşunluyorum; başka birini zehirliyorum”
Sazlıklarda ot biçerek hayatını kazanan yalnız bir adamla bir pavyon şarkıcısının aşkının hikâyesi.
Safa Önal’ın senaryosundan Orhan Aksoy’un çektiği bir film. Zamanında öncelikle Türkan Şoray’ın soyunma ile ilgili “kurallar”ını gevşetmesi ile dikkat çekmiş olan bu tutku hikâyesi, Şoray’ın Kadir İnanır ile oynadığı filmlerin izinden gitmeye çalışan ve Önal’ın yine akılda kalacak diyaloglar ve bir epik aşk öyküsü yaratmanın peşine düştüğü bir çalışma temel olarak. Tüm bu hedeflere -bazılarına az, bazılarına çok- olmak üzere yaklaşan film bugün sinemamızın öne çıkan klasiklerinden biri olamasa da, farklı birkaç nedenle ilgiyi hak eden bir çalışma. Tipik Yeşilçam problemlerinin pek çoğunu barındırmasının yanısıra, içeriği ile de aslında hayli sorunlu bir hikâyesi olan çalışma yine de Şoray’ın varlığı, İnanır’ın yerini alan Bulut Aras’ın onunla uyumu yaratmayı başarması, Safa Önal’ın yeterince çok olmasa da kimi başarılı diyalogları ve bir nefretin aşka dönüşmesini bir şekilde anlatmayı becerebilmesinin neden olduğu umut duygusu nedeni ile izlenmeyi hak ediyor bu film.
“Ne Kadar Gamlı Bu Akşam Vakti” adlı söyleşi kitabında Safa Önal, Lütfi Akad’ın Türkan Şoray için “O bir hazinedir, biz üstünü kazıyoruz” dediğini söyler. Gerçekten de çok doğru bir tanımlama bu: Sadece varlığı ile pek çok ticarî filmin düzeyini yükselten, zaten düzeyli hikâyeleri olan filmlere de ilave bir zenginlik katan bir oyuncu Şoray kesinlikle. Burada ise yine elinden geleni (hatta fazlasını) yapıyor ama kariyerindeki pek çok filmde olduğu gibi yine hayli sıkıntılı bir durumla karşı karşıya kalıyor: vasat yazılmış ve zorlama sahnelere inandırıcılık katmak gibi zor bir işin tüm yükü onun omuzlarına biniyor. Akad’ın benzetmesinden yola çıkarsak, sinemamızın onca filme rağmen bu değerli hazineyi ne kadar akıllıca (sanatsal açıdan elbette) kullandığı tartışılır. Bu filmde de, örneğin tüm şarkı sahnelerinde hayli rahatsız edici senkronizasyon problemleri barındıran çekimlerde gerdan kıvırıyor, göbek atıyor ve şuh vücut hareketleri eşliğinde karakterini gerçek kılmaya çalışıyor. Gereğinden çok uzun tutulmuş bu sahnelerde çoğunlukla Belkıs Özener’in sesi ile karşımıza çıkarken, Yeşilçam’a özgü bir tuhaflıkla tek bir sahnede de Sezen Aksu’nun sesi ile “Karam”ı söylüyor bize. Tüm bu şarkılı sahneler iki amaca hizmet ediyor ki bu amaçların ikisi de filmin niyeti ve düzeyi için iyi bir fikir veriyor bize: Birincisi hikâyeyi uzatmaya yarıyor bu sahneler ve senaristin de işini kolaylaştırıyor, ikincisi ise Şoray’ın bu kez araya bir parça cinsellik de katılmış cazibesinden sonuna kadar yararlanmayı amaçlıyorlar. Bu sahnelerde tek bir hedef verilmiş Şoray’a: Sınırlarını zorlayarak erotizme göz kırpmak. Öyle ki Kayseri yöresinde dokunan bir halı modeline de adını veren “Türkan Şoray Göbeği” ile epey muhatap oluyoruz burada. Yetenekli ve doğal bir cazibesi olan bir oyuncuyu bu tür pek çok sahnede epey sömürdü Yeşilçam ne yazık ki. Hikâye boyunca askılı elbiselerle dolaşıyor Şoray ve neyse ki hem kendi kuralları hem de oyunculuğu ile bu sahnelerin ucuz bir erotizme düşmesine engel olmayı başarıyor. Bulut Aras’ın da fiziğini bol bol gösterdiğini söyleyelim bu filmde ve yönetmen Orhan Aksoy’un filminin cazibesini özellikle bunun üzerinden yaratmaya çalıştığını da vurgulayalım.
Geçmişinde kendisine yaşattıkları nedeni ile tüm erkeklerden nefret eden ve icra ettiği pavyon şarkıcılığı ve konsomatrisliği erkekleri çökertmek için seçtiğini söyleyen kadının, kendisine Yeşilçam’a özgü bir hızda tutku ile bağlanan iyi yürekli adama ne cevap vereceği filmin temel gerilim noktasını oluşturuyor. Yoksul ama onurlu genç, nefreti içindeki tüm sevgi potansiyelini öldürmüş gibi görünen kadının kalbine ulaşacabilecek midir? Bu sorunun cevabını finalde buluyoruz ama o finale giden yolda adamın kadını ikna için seçtiği yolun üzerinde durmak gerekiyor. Genç adam hem kendisi hem kadın için doğru olanı yaptığına inanarak kadını -attığı tokatla bayıltarak, şiddet uygulayarak daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse- kaçırıyor ve kendisini sevmesi için sabırla beklemeye başlıyor ama asla cinsel açıdan bir saldırıda bulunmuyor ona. “Kadını için doğru olanı bilen” erkek klişesi burada bir aşk hikâyenin konusu olarak karşımıza çıksa da veya başka örneklerde bir komedinin konusu olsa da aslında üç temel yanlışın uzantısı: Birincisi, erkeğin kadını sahiplenmesinin (kadının sahiplenilecek bir “şey” olmasının) normal gösterilmesi; ikincisi, erkeğin kadın adına karar vermesinin normalleştirilmesi, üçüncüsü ise, bu süreçte şiddet kullanımının normalmiş gibi sunulması. Bu üç yanlışı herhangi bir kadın cinayetinde aynen bulabilirsiniz kuşkusuz; tüm bu cinayetlerin arkasında erkeğin kadını kendisine ait olarak görmesi, onun adına da karar verme hakkını kendinde bulması ve sonuçta şiddete uzanan bir yola gitmesi yok mu sonuçta? Neyse ki hikâyemiz bu kadarını açıkça teşvik etmiyor ama bizimki gibi toplumlarda bireylerin bilinçaltının “iyi niyetli de olsa” bu tür ürünlerle nasıl şekillendirildiğine bir örnek oluşturuyor film.
Orhan Aksoy “edepli bir erotizm”i olan bu filmde, bazıları klasik olan sahnelere de imza atmış: Filmin afişinde gördüğümüz “birlikte tırpanla ot biçme” sahnesi, kadının yaralanan adam için elbisesinden bir parçayı yırtarak bacağını sarması veya kaçmak ile kalmak arasında kalan kadının tereddüdü hikâyenin bugün hâlâ hatırlanan ilginç anlarının bazıları. Topallamanın sembolizmi ve çağrıştırdıklarının akıllıca kullanımı, kadının dönüşümünün ikilemler, düşünceler ve tereddütlerle dolu bir şekilde ve doğal bir akış içinde gösterilmesi veya Önal’ın senaryosunun adama söylettiği “Değer be Nigâr!” cümlesinin güzelliği gibi başarılı Safa Önal anlarını hatırlatan bazı diyalogları ile de belli bir çekicilik yaratabiliyor film. Bulut Aras’ın rolüne epey yakışmış göründüğü, Türkan Şoray’ın senaryonun kendisini zorlama sahnelerin parçası yapmadığı anlarda etkileyici bir performans sunduğu bu çalışma, epey ticarî bir bakışla çekilen ve hedeflenen epik hikâyenin -genel olarak bakıldığında- bir parça silik gölgesi olarak kalan bir eser ama yine de ilgiyi hak ediyor.