“Bir aptal bile dümeni kullanabilir efendim, önemli olan nereye gideceğinizi bilmek”
1789 yılında İngiliz Kraliyet Donanması’na ait bir gemide çıkan isyanın hikâyesi.
Yaşanan gerçek bir isyanı anlatan ve Richard Hough’un kitabından Robert Bolt’un uyarladığı, Roger Donaldson’un yönettiği bir film. Daha önce de sinemanın ilgi alanına giren bu isyanı Anthony Hopkins, Mel Gibson, Daniel Day Lewis, Liam Neeson, Laurence Olivier ve Edward Fox gibi isimlerin yer aldığı sağlam bir kadro ile anlatan film kimi kusurlarına rağmen macera ve biraz da tarih meraklılarının ilgisini çekebilecek bir çalışma. Başlangıçta iki ayrı filmden oluşan bir epik macera olarak düşünülen filmin bu hali epik kelimesini çok fazla hak etmiş görünmüyor ve sık sık da durgun ve klişe bir havaya kapılıyor ama yine de kendini seyrettirmeyi başardığı açık.
Bounty adlı gemide yaşanan isyan sinemaya oldukça cazip bir konu olarak görünmüş olmalı ki daha önce de dört kez filme çekilmiş. 1916’da Raymond Longford’un çektiği Avustralya yapımı sessiz filmi (“The Mutiny of the Bounty” – George Cross ve Wilton Power) bunların ilki. Ardından 1933 yılında Charles Chauvel’in yine Avustralya yapımı (“In the Wake of the Bounty” – Mayne Lynton ve Errol Flynn), 1935’de Frank Lloyd’un ABD yapımı (“Mutiny on the Bounty” – Charles Laughton ve Clark Gable) ve 1962 yılında da bir öncekinin yeniden çekimi olan Lewis Milestone’un ABD yapımı filmi (“Mutiny on the Bounty” – Trevor Howard ve Marlon Brando) gelmiş beyaz perdeye. Roger Donaldson’un filmi tarihsel gerçekliklere en yakını olarak kabul ediliyor bugün ama sinema değeri açısından genellikle en başarılı kabul edileni 1935 yapımı olan film. Roger Donaldson’un filmini ele aldığı konu açısından öncekilerden en çok ayıran unsur diğer filmlerin aksine kaptanı tamamen kötü, isyanın lideri olan subayı ise tamamen iyi bir karakter olarak gösterme kolaycılığına kapılmaması. Bugün isyanın iki temel nedeni olarak aylardır gemide olan denizcilerin Tahiti adasında tanık oldukları “cennet” gibi hayatın çekiciliğine kapılmaları ve kaptanın mürettebata aşırı sert davranışı olarak gösteriliyor. Filmimiz ise her iki nedeni de almış kapsamına ama olayların yaşandığı yılın on sekizinci yüzyıl olduğunu düşünürsek, isyanın kaptanın sertliğinden ve mürettebata kötü davranmasından çok, zaten yılgın ve bitkin olan personelin kaptanın “kötü kriz yönetimi” ile çileden çıkması ve cennetin çekiciliğine kapılmasının sonucu olduğunu söylemek daha doğru görünüyor.
Tahiti’den alacakları ekmek ağacı fidelerini Jamaika’ya götürmek üzere sefere çıkan bir gemide yaşanıyor isyan. Film üstü kapalı geçse de Karayipler’deki kölelere ucuz ve yüksek enerjili bir besin kaynağı sağlamak üzere çıkılan bir sefer bu ve Batı dünyasının bu ağaç ile ilk karşılaşması da isyanın yaşandığı geminin kaptanı Bligh’ın seferleri ile olmuş. Kaptan ile subay olan arkadaşının seferin ortasında bir isyanın karşı tarafları haline gelme süreci, gemidekilerin Tahiti’de karşılaştıkları dünyanın neden olduğu kültürel şok ve isyan ve sonrası hikâyenin üç temel bölümü olarak gösterilebilir. Filmimiz bunların ilkini genel olarak çekici ve ilgiyi hemen hiç kaybetmeden anlatmayı başarıyor ama aksadığı iki yer var. Ümit Burnu’nun etrafında dolanırken yakalanılan fırtına ki kaptanın inadının yarattığı ilk hoşnutsuzluk anları da bu sırada yaşanıyor, teknik açıdan pek de iyi çekilmemiş ne yazık ki. Orada fırtına ile yaşanan korkunç mücadele çok daha iyi anlatılabilirmiş, 1984’ün imkânları ile bile. Mel Gibson’ı kaptanın arkadaşlığından isyanın liderliğine götüren süreç de Gibson’ın yeterince parlak olmayan oyununun da etkisi ile çok da sürükleyici değil. Subayın temel olarak adada aşık olduğu (gerçi hikâyemizin aktarabildiği ile sanki aşktan çok erotizm ağır basıyor) yerli kızdan dolayı sürüklendiği isyanın hemen öncesindeki yüz ifadeleri ve adeta şok geçirmiş gibi sabit bakışları Gibson’ın bu sahnelerdeki yetersiz oyunculuğuna verilmeli elbette ama filme de zarar veriyor açıkçası. Filmin burada romantizmi başarılı bir biçimde öne çıkaramaması ve gereksiz bir şekilde ve adeta bir reklam filmi havasında karakterleri iki kez deniz içinde erotik pozlarda göstermesi belki filme ticari bir çekicilik katmış ama bugün hayli sakil duruyor doğrusu.
Denizcilerin adada karşılaştıları “cennet”te geçen sahnelerde film -kaçınılmaz olarak- egzotik bir erotizme başvuruyor ve mürettebatın döndüklerinde karşılaşacakları hayatlar ile buradaki hayatı karşılaştırmaları sonucu yaşadıkları şoku yeterince güçlü biçimde aktaramıyor. Yine de filmin bu bölümlerde kimi etkileyici anları yakalamayı başardığını da söylemek gerek ama adada geçen tüm bu bölümler filmin genel bir probleminin de en çok ortaya çıktığı yerler. Film bir türlü tam anlamı ile temposunu bulamıyor ve üstesinden gelinememiş bir durgunluktan kurtulamıyor bu anlarda. İsyan ve sonrası ise hem hikayenin nasıl bağlanacağını bilmeyenler için yaratmayı başardığı merak duygusu ile hem de ve özellikle biri evine dönmeye çalışan diğeri ise yeni bir ev bulmaya çalışan iki ayrı grubun macerasını paralel biçimde anlatarak keyif vermeyi başarıyor.
Gibson’ın vasat oyunculuğuna sinemadaki ilk rollerinden birinde olan Daniel Day-Lewis de eşlik etmiş görünüyor ve senaryodan kaynaklanan nedenlerle olsa gerek, tıpkı canlandırdğı kibirli karakteri gibi soğuk bir oyunculuk sergiliyor film boyunca. Buna karşılık yardımcı rollerden birinde olan ve isyanı ilk tetikleyenlerden birini canlandıran Liam Neeson ve kaptan rolündeki Anthony Hopkins oyunculuk açısından filmin öne çıkan isimleri. Hopkins başta yüzünün kıpkırmızı kesildiği öfke sahnesi olmak üzere, gerçekçi davranmaya çalışan kaptanın her anını çok iyi yorumluyor ve onun yönetemediği krizin sonuçları ile karşı karşıya kaldığındaki hislerini de seyirciye çok iyi geçiriyor.
Filmin müzikleri ünlü Vangelis grubuna emanet edilmiş ve açılış bölümünde hayli etkileyici de görünüyor bu müzikler. Ne var ki 1980’li yıllarda olmanın kaçınılmaz kıldığı bir şekilde synthesizer ağırlıklı olan müzikler kısa bir süre sonra ve maalesef hikâye boyunca sürecek şekilde gösterilenden çok farklı bir dünyayı seyirciye aktarıyor. Hemen hiçbir sahnede gördüğümüz ile işittiğimiz uyuşmuyor denebilir rahatlıkla. Böyle olunca da bu uyumsuzluk, Vangelis’in aslında filmden bağımsız olarak bakıldığında başarılı olan müziğinin filme nerede ise zarar vermesini neden oluyor. Görüntüler ise kesinlikle göz alıcı ve kaçınılmaz gün batımı/doğumu kareleri bile yapay durmuyor Arthur Ibbetson’un takdişri hak eden çalışmasında.
1984 Cannes Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmasını ancak festival yöneticilerinin sonraki yıllarda da sıklıkla yaptığı gibi büyük bütçeli ABD filmlerini festivale ilgi toplamak için yarışmaya almış olması ile açıklamak gerekiyor herhalde çünkü filmin Cannes’a yakışan bir “sanatsal” yanı yok açıkçası. Sonuçta kusurlarına rağmen kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başaran bir film karşımızdaki. Daha önceki dört versiyon gibi bu film de isyancıların bir kısmının yerleştiği Pitcairn adasında ne olduğunu hiç anlatmıyor ama aslında hayli ilgi çekici bir film konusu olabilirmiş oradaki hayat. 2013 yılındaki nüfus sayımına göre nüfusu 56 olan adada yaşayanların ikisi hariç tümü bu isyana katılan gemicilerin ve onların yanındaki Tahitili kadınların soyundan geliyor ve oldukça ilginç bir konumları var. Savunma ve dış politika açısından Birleşik Krallık’a bağlı olan bu mikro ülkenin vatandaşları bu ilginç geçmişleri ile hayli ilgi konusu gerçekten de, bugün bile.
(“Gemide İsyan”)