The Chalk Garden – Ronald Neame (1964)

“Karşınızda Laurel’ın dönüşebileceği kadını görüyorsunuz; yalan söyleyen, aldatan ve nefret eden bir çocuk… çünkü sevildiğine dair basit bir gerçeğe bile inanmıyordu… inanamıyordu”

On altı yaşındaki sorunlu genç bir kızın dadısı olarak girdiği evde bir yandan ona yaklaşmaya çalışırken, bir yandan da herkesten gizli tuttuğu geçmişi ile yüzleşmek zorunda kalan bir kadının hikâyesi.

Britanyalı yazar Enid Bagnold’un ilk kez 1955 yılında ABD’de sahnelenen aynı adlı oyunundan uyarlanan senaryosunu John Michael Hayes’in yazdığı, yönetmenliğini Ronald Neame’in yaptığı bir Birleşik Krallık ve ABD ortak yapımı. Oyunun içeriğine genel olarak sadık kalan film zaman zaman tiyatrodan yeterince uzaklaşamamış görünse de aile ilişkileri, sevgi, pişmanlık, fedakârlık ve emek (ilişkiler için harcanan türünden) üzerine iyi oynanmış ve kendisini ilgi ile izletmeyi başaran bir çalışma. Tümü Britanya kökenli oyunculardan oluşan kadrosu ve Agatha Christie okumuş olanların hemen tanıyacağı türden ve İngiliz kırsalında bolca yer alan büyük malikânelerden birinde geçen dramatik hikâyesinin gizem öğeleri ile de ilgi çekebilecek, öte yandan dadı ve çocuk ilişkisi açısından zaman zaman bir Disney yapıtını çağrıştırmak gibi sorunu da olan bir film.

İç ve dış tüm çekimleri İngiltere’de gerçekleştirilen film, çok kısa sahnelerdeki bir iki karakter dışında hep ana karakterlerin karşımıza çıktığı, hemen tamamı malikânenin içinde ve bahçesinde, ve ıssız bir sahilde geçen bir hikâye anlatıyor. Alışveriş için gidilen kasabadaki kısa sahnede hayli uzaktan görülen birkaç kişi dışında, film adeta yalıtılmış bir ortama yerleştirmiş hikâyesinin kahramanlarını ve öyle ki o muhteşem deniz kenarı bile nasibini almış bu izolasyondan. Bu durum kaynak oyunun içeriğine bağlı kalınmasının sonucu olduğu kadar, film ekibine bir kolaylık sağladığı için de tercih edilmiş olsa gerek. Eski filmlere özgü bir biçimde sahnelerin bol diyaloglu olması da yine kaynak oyuna işaret ediyor elbette; bu yeterince sinemalaşamama durumu bir problem yaratabilirdi eğer klasik sinemanın hikâye anlatma ustalığı ve hikâyenin -zaman zaman Hollywood usulü klişeler kendisini gösterse de- dramatik yapısı, gizemi ve gerilimi devreye girmeseydi. Dolayısı ile filme çekilmiş bir oyun havası hissetmiyorsunuz hemen hiç ve hikâye akıp gidiyor. Üstelik filme oyunda olmayan ek diyaloglar da eklendiğini düşününce, bu başarı daha da önem kazanıyor. Bu arada, bu ek diyalogların genellikle, malikânedeki uşağı oynayan John Mills ile sorunlu genç kızı canlandıran ve gerçek hayatta kızı olan Hayley Mills arasında geçen sahnelere eklendiğini söylemekte yarar var. Anlaşılan yapımcılar seyircinin ilgisini artırmak için gerçek aile ilişkisini kullanmışlar bir pazarlama yöntemi olarak.

Film başka bir aday kadınla aynı gün malikâneye gelen bir dadı adayı (Miss Madrigal rolünde BAFTA’ya aday olan Deborah Kerr var) ile açılıyor. Ev sahibesi Mrs. St. Maugham (Oscar’a ve BAFTA’ya aday olan Edith Evans) gelen her dadıyı işinden eden ve onların sırlarını keşfederek hayatlarını zorlaştıran torunu Laurel (Hayley Mills) ile yaşamaktadır bu evde. Genç kızın annesi eşini terk ederek başka bir erkekle evden ayrılmıştır ve bu nedenle hem annesi hem de kızı kendisinden nefret etmektedir. Evi çekip çeviren uşak (John Mills) kıza duyduğu babacan sevgisi sayesinde durumu idare eden ve kendi geçmişinde de sonradan öğreneceğimiz bir travması olan yalnız bir adamdır. Hikâyenin bundan sonrası seyircinin tahminleri ve beklentilerine uygun olarak ilerleyecek ve seyirci kendisine vaat edileni alacaktır bir anaakım filmde hep olduğu gibi.

Miss Madrigal’ın geçmişindeki gizem, bir ara unutulur gibi olsa da, hikâye içinde önemli bir yer tutuyor. Kapıyı kendisine açan uşağın onunla ilgili ilk izleniminden (dadı ilanı için gelmiş olamayacağını düşünüyor adam) genç kızın bir dedektif gibi araştırma yaparak edindiği bilgilere (tüm kıyafetlerinin yeni olması, masasında hiçbir sevdiğinin fotoğrafının olmaması, kadının evde gördüğü bir fotoğrafa korku ile bakması vs.) pek çok unsur üzerine kurulu bu gizem sonunda açılıyor ve güçlü olmasa da yeterli dozda bir çekicilik katıyor filme. Hikâyenin bocaladığı yer ise, temel olarak yetişkinler için çekilmiş bir film olduğunu zaman zaman unutup, Disney’in o tarihlerde bolca çektiği aile filmlerine yaklaşması. Freud’dan bahsedecek kadar bilgili genç kızın, aynı bilim adamının geliştirdiği psikanalitik teoriye göndermeler içeren “ateş yakmayı sevmesi” gibi davranışları kuşkusuz yetişkinleri işaret ediyor, hikâyedeki cinayet gibi. “Oyuncak bebeğe annelik” sahnesi de tam bir psikanaliz konusu olabilir örneğin. Buna karşılık dadı ile kız arasındaki pek çok sahne rahatlıkla bir Disney filmine de yerleştirilebilecek içerikteler. Anneane, kızı ve torununun tarafları olduğu iki farklı anne – kız ilişkisi türünden ilişkiler örneğin Bergman’ın filmlerinde de yer alır ama elbette buradaki “derinlik”le değil. Hayley Mills’in yönetmen tarafından fazla fingirdek, oyuncu (orijinali ile “kittenish”) bulunan, aksamayan ama bir parça gösterişli oyunu da bu Disney havasına katkı sağlamış gibi.

Arada bir Agatha Christie atmosferi de veriyor bize film ki bunu sağlayan temel unsur sadece İngiliz malikânesi veya karakterlerin, her ne kadar hikâye 1960’larda geçiyor gibi olsa da özellikle anneannenin örneği olduğu gibi, daha eski bir döneme ait bir yaşam sürüyor havası taşımaları değil. Bir cinayet, dadı ile ilgili sırların ortaya dökülmesi ve yüzleşme (evet, bir Poirot sahnesi gibi) ve gizemlerin birer birer çözülmesi de destekliyor bu havayı. Bu durumun yarattığı aşinalıktan bolca yararlanan filmin senaryosundaki bazı replikler ise tam da anaakım filmleri sevenlerin alıntı yapacağı türden: “Tanrı gözyaşlarımızı boşaltmamız için yaratmıştır”, “Kalp sevdiği her insan için odası olan bir evdir” veya “Toprağınız kendisinde olmayanı bitkilere veremez” türünden sözler hikâye boyunca sık sık çıkıyor karşımıza. Bu, “seyredilen sahneyi seyirciye açıklama” yaklaşımının sonucu elbette ve Malcolm Arnold’un imzasını taşıyan müzik de benzer bir işleve sahip. Yönetmen Neame bu güçlü ve dramatik ama her sahnenin altını da kalın çizgilerle çizen müzikten nefret ettiğini söylemiş bir konuşmasında.

Sevilmemek kadar, sevilmediğini düşünmenin de yaratacağı travmaları popüler sinemanın kalıpları içinde kalarak ve seyircisinin ilgisini canlı tutmayı başararak anlatan film “Geçmiş henüz iyileşmemiş bir çirkin yaradır” repliğine de uygun olarak yüzleşmenin ve -en azından mümkün olduğu ölçüde- bu yarayı iyileştirmenin önemini anlatıyor temel olarak. Tiyatro sahnelerinde uzun süre perde açan oyunu görenler, orijinalindeki gerilimin sinema perdesine hak edilen ölçüde aktarılamadığını söyleseler de, bu duygunun ortalama bir sinemaseveri tatmin edecek ölçüde yaratılabildiği söylenebilir rahatlıkla. Deborah Kerr’in klasik oyunculuğu ile de değerlenen film tüm kadrosundan benzer bir başarı elde ediyor (Yukarıda belirtilen probleme rağmen Hayley Mill de dahil buna) ve özellikle Edith Evans, yalınlığı karakterinin gösterişli havası ile çekici bir biçimde birleştirebilmesi ile göz dolduruyor.

Açılış sahnesinde gördüğümüz ve White Cliffs of Dover adı ile bilinen kayalıkların kireci andıran beyazlığı ve hikâyenin geçtiği malikânenin bahçesindeki toprağın, istenen verimin alınamamasına neden olan kireç özelliği filme (ve kaynak oyuna) adını vermekle kalmıyor, aynı zamanda hikâyeyi de özetliyor bir bakıma. Laurel’ın o “toprak”ta yetişmesi mümkün değildir; çünkü ihtiyacı olan anne sevgisi yoktur orada ve “Bu dünyada tek dayanağımız gerçektir” diyen Miss Madrigal işte bu sorunu sorunu çözecek ve bir taraftan kendi yarasının da iyileşme sürecini başlatacaktır en azından. Klasik sinemanın seyirciyi şaşırtmayan, ona beklediğini vermek üzerine kurulu tercihleri ile bezeli film, elbette hiçbiri sağlam bir sinema için yeterli derinliğe ulaşamayan derinlikle ele alınan dram, psikoloji ve gerilim unsurları ile de ilgiyi hak eden eski usul bir çalışma.

(“Şımarık Kız”)

(Visited 71 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir