Re Granchio – Alessio Rigo de Righi / Matteo Zoppis (2021)

“Luciano için çok şey söylendi: Luciano deliydi. Luciano bir asilzadeydi. Luciano bir azizdi. Luciano bir ayyaştı. Birini öldürdüğü biliniyordu, sonra kaçtı”

Luciano adında bir adamın onsekizinci yüzyıl sonlarında başlayan ve onun İtalya’nın Toscana bölgesindeki Vejano halkı arasında bir efsaneye dönüşmesini sağlayan aşk, özgürlük ve hazine avı hikâyesi.

Senaryosunu Alessio Rigo de Righi, Matteo Zoppis, Tommaso Bertani ve Carlo Lavagna’nın yazdığı, yönetmenliğini Righi ve Zoppis’in yaptığı, İtalya ve Arjantin ortak yapımı bir film. Vejano halkından dinledikleri hikâyelerden yola çıkarak 2013’te “Belva Nera” ve “2015’te “Il Solengo” adlı belgesel filmleri çeken yönetmenler, yine aynı halktan dinledikleri bir başka hikâyeyi ise içeriği nedeni ile bir kurgu filme daha çok yakışır görmüşler ve ortaya bu film çıkmış. İtalya’da başlayan ve Arjantin’de sona eren hikâyeyi büyük bir çoğunluğu amatör olan veya ilk kez oyunculuk yapan isimlerden oluşan bir kadro ile çeken yönetmenlerin, sinema dili üçlemenin ilk iki filmindeki belgesel tonuna yaklaşan, görsel gücü hayli yüksek ve masal/efsane/gerçek karışımı bir öyküsü olan bu filmleri hayli çekici ve zaman zaman fazla dizginlenmiş görünse de dönemin toplumsal koşullarını da getiriyor karşımıza. İkinci bölümünde modern bir western (Leone’nin spagetti western’lerinin modern ve yalın bir yorumunu hayal edin) havası da yakalayan, farklı ve hikâyesine dürüstlükle yaklaşan bir yapıt.

Radyonun, sonra televizyonun, ardından İnternet ve sosyal medyanın olmadığı günlerde, küçük yerlerde yaşayanlar toplanıp birbirlerine hikâyeler anlatırlardı ve bu hikâyeler her yeniden anlatılışında değişir, dönüşür ve farklılaşırdı. İşte o günlerde, İtalya’daki Vejano kasabasında yaşayanlar arasında hikâyesi zamanla bir efsaneye dönüşen Luciano adındaki bir adamın öyküsünü izliyoruz filmde. Bu öyküyü iki ana parçada anlatıyor film ama hikâyelerin kahramanı aynı karakter olsa da bu parçaları ayrı birer film olarak seyretmek de mümkün. Bütünsellik bağlamında değerlendirilirse, bir eksiklik olarak görülebilir bu kuşkusuz ve ilkinin meditasyon havalı bir masala, ikincisinin ise westen’e yaklaşması bu ayrıksılığı destekliyor. Ne var ki ilkinde yörenin prensinin bir uygulamasına karşı çıkan ayyaş/deli/kahraman bir adamın sevdiği kıza kavuşma arzusunu, ikincisinde ise aynı kahramanın beş yıl sonra Arjantin’de bir hazine peşindeki macerasını izlediğimiz bu bölümlerin başarısı bu eksikliği rahatlıkla gideriyor.

“Aziz Orsio Günahı” başlığını taşıyan bölümde tanışıyoruz Luciano (Gabriele Silli) ile. Elinden içki şişesi hiç eksilmeyen, köylülerden birinin kızı ile aşk yaşayan ve rahat hareket eden (köyün ortak çeşmesinin büyük kurnasında çamaşır yıkayan bir kadının yanında çırılçıplak soyunup suya girecek kadar rahat) cesur biridir Luciano. Prensin, köylülerin sürülerini otlatmaya götürmek için kullandığı bir kestirme yolu, kendi toprağı olduğu gerekçesi ile kapatmasını herkes boyun eğerek kabul ederken, tek direnen Luciano olur ve onun direnişi istemeden neden olduğu bir ölüme de yol açar ki bu trajedi onun yöreden uzaklaş(tırıl)masının ve ikinci hikâyeyi yaşadığı Arjantin’e yolculuğunun da nedeni olur. Gerek açılışta geçen günümüz sahnelerinde, gerekse birinci bölümde köylüleri izlediğimiz pek çok sahnede has bir belgesel tavrı takınıyor yönetmenler ve hayli cazip bir yerel gerçekçilik yakalıyorlar. Köy halkından seçilen “oyuncular”ın doğallığı ve yönetmenlerin onları adeta özgür bırakmış görünen tercihleri bu çekiciliğin herhangi bir zorlama olmadan yaratılabilmesini sağlamış. Prens üzerinden iktidar eleştirisinin ve sömürü düzeninin ortaya konduğu bu bölüm, koyunların yeteri kadar beslenemediği için sütlerinin az olması gibi saptamalar üzerinden de canlı tutuyor eleştirisini ve zaten “deli” Luciano’nun isyanı da bir direniş resmi çiziyor ama yine de filme burada yeteri kadar “politik” olmadığı eleştirisi getirilebilir. Örneğin Taviani kardeşlerin bu hikâyeyi farklı bir şekilde ele alacağını düşünmeden edemiyorsunuz ama bu durumu ille de olumsuz olarak görmek gerekmiyor. Sonuçta bir halk masalını, anlatıla anlatıla efsaneye dönüşmüş bir hikâyeyi tam da gerçek anlatıcılarının (köylülerin) algısı ve yaklaşımı üzerinden aktarmayı ve bu bağlamda dürüst bir tutumu seçen bir film var karşımızda.

İlk bölümünde Vejano’daki yerel halkın dilini ve şarkılarını bir anlatım aracı olarak da kullanan film ikinci bölümde bizi beş yıl sonrasına ve Arjantin’e götürüyor. “Dünyanın Pisliği” başlığını taşıyan bu bölümde yerli halktan çalınan altınları İspanya’ya götürürken karaya oturan bir gemideki hazineyi kaptanın sakladığı yeri bulmaya çalışanların hikâyesi anlatılıyor. Luciano’nun da aralarında olduğu adamların altın peşindeki macerası bir yandan Amerika’yı yağmalayan İspanyolların suçlarını hatırlatırken bize, bir yandan da adeta bir western öyküsü anlatması ile ilgi çekiyor. Kapanış jeneriğindeki yazılarda kullanılan yazı karakteri seçiminin de desteklediği bu western havası hikâyeye ek bir çekicilik katmış. Öykünün içeriği bir spagetti western filminde de görülebilecek türden kesinlikle ama yönetmenlerin buradaki sinema dili, hatırlattığı türün gösterişinden özenle uzak duruyor. İhanetler, işbirlikleri, cinayetler, hırs, servet gibi ögelerle süslü hikâyede Alessio Rigo de Righi ve Matteo Zoppi ikilisi belgeselci kökenlerine ve yaklaşımlarına sadık kalmışlar ve bu nedenle daha da güçlenen ve gerçekçi olmasının sağladığı olanaklarla zenginleşen bir sonuç koymuşlar ortaya. Üstelik Latin Amerika topraklarında yaşanan olayları anlatırken, kıtanın büyülü gerçekçilik akımından da yararlanarak yapıyorlar bunu.

İlk bölümde mekânların ve doğanın hikâyenin önemli bir başarı ile kullanılması ile dikkat çeken film, bu başarısını ikinci bölümde daha üst bir düzeye taşıyor. Arjantin’in en güney ucunda yer alan Ushuaia şehrindeki “Tierra del Fuego” (Türkçesi ile söylersek, Ateş Toprakları) adlı takımadanın doğasını üstün bir başarı ile hikâyenin en önemli unsurlarından biri yapmış yönetmenler ve görüntü çalışmasını üstlenen Simone D’Arcangelo. Görsel başarı sadece dış çekimlerde değil, iç çekimlerde de gösteriyor kendisini hikâye boyunca. İlk bölümde yer alan ve babasının yaralı Luciano’yu yatağına yatırdığı sahne örnek gösterilebilir bu başarıya. İki mumun ve bir gaz lambasının aydınlattığı, sarı ve kırmızının karışmı renklerin hâkim olduğu ve Luciano’nun kolunun babasının omuzundan sarktığı görüntü müthiş bir klasik tablo güzelliği taşıyor örneğin. Klasik ressamlardan birinin elinden çıktığına ve çarmıhtan indirilen İsa’nın yatağa yatırılmasını tasvir ettiğine yemin edebileceğiniz bir “tablo” burada tanık olduğumuz. Filmde ışığın çarpıcı kullanımına bir başka örnek ise Luciano ile sevdiği kızın babası arasındaki yüzleşme sahnesi.

“Bir fırsat gördüm ve onu kullandım; sonuçta burası Amerika” diyor karakterlerden biri ve film ABD’nin ülke olarak kurulmasının arkasında yatan sömürü ve katliamlara işaret ediyor imalı bir şekilde. İlk bölümde bilmeden neden olunan bir ölümün faili ve kurbanları arasındaki ilişkinin bir benzerinin Yılmaz Güney’in 1968 tarihli “Seyyit Han”ında olmasının kültürler arası ortaklığın bir örneği olduğunu söyleyebileceğimiz filme Vittorio Giampietro’nun müzikleri de, özellikle tedirginlik duygusunu yarattığı anlarda önemli bir çekicilik katmış. Yönetmenlerin Vejano’da halktan dinledikleri hikâyeleri, Tierra del Fuego’ya gittiklerinde dinledikleri ve ilgili dönemde oraya gelen İtalyan göçmenlere ait olanlarla ve farklı sanatçıların eserlerinden (yönetmenlerin kendi ifadelerine göre; Arjantinli Jorge Luis Borges, İtalyan Dino Campana ve Şilili Roberto Bolaño Ávalos) aldıkları ilhamlarla bir araya getirdiği filmi bir arayış hikâyesi olarak özetlemek mümkün: Aşkı, serveti ve özgürlüğü arayanların hikâyesi. Burada Luciano’nun hikâyenin ikinci bölümde peşine düştüğü şeyin aslında hazinenin kendisi değil, onun sayesinde eve dönüş şansı olduğunu düşünürsek; bu bağlamda, aranan asıl şeylerden birinin “ev” olduğunu da kaçırmamak gerekiyor.

Halk bilimine (folklor) ilgisi ile bilinen Amerikalı yazar Joseph Campbell 1969’da yayımlanan “The Flight of the Wild Gander: Explorations in the Mythological Dimension” adlı kitabında halk hikâyelerini “Ruhun görsel dilinin ilk okuma kitabı” olarak tanımlar. Alessio Rigo de Righi ve Matteo Zoppis de bu tanıma uygun bir şekilde; görsel gücü yüksek ve hikâyesinin içinde doğduğu toplumun ve bireylerinin ruhuna yaklaşmayı deneyen bir çalışma. Luciano’yu canlandıran Gabriele Silli’nin ilk bölümde hüzün ve öfkenin hâkim olduğu sessiz karakterini, ikinci bölümde sadeliğini koruyan bir performansla bir “aksiyon” kahramanına dönüştürebilmesi ile de dikkat çeken ilginç bir yapıt bu, özetlemek gerekirse.

(“The Tale of King Crab”)

(Visited 92 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir