“En kötüsü ne, biliyor musun? Dünya dönmeye devam etti. Gazeteler her sabah gelmeye, fıskiye her sabah saat 6’da durmaya devam etti. Komşum her pazar günü arabasını yıkıyor hâlâ. Hayatım sona erdi ama kimse farkında değil”
Ekonomik kriz nedeni ile işten çıkarılan orta ve üst düzey yönetici üç adamın hikâyesi.
John Wells’in yazdığı ve yönettiği film üç beyaz yakalı yönetici üzerinden işsiz kalmanın ve ekonomik krizin bireyler ve etraflarındakilerin hayatı üzerindeki etkilerini anlatıyor. Hollywood’un zengin/kapitalist seven bakışından uzak durmak ile o bakışın izleri arasında sıkışmış görünen çalışma yine de özellikle üretimi ve emeği nerede ise kutsaması ile ilgiyi hak ediyor. Güçlü bir oyuncu kadrosu olan film, tüm oyuncularının sağlam oyunları ve Wells’in bu ilk yönetmenlik çalışmasındaki aksamayan temposu ile de dikkat çekiyor. Filmin konusunun gerektirdiği kadar “sert” olmaması (evet, bir ölüme rağmen böyle) ve bir kriz anında işsizliğin kurbanı olan yüzbinlerce mavi yakalılar dururken, çok daha “şık” bir görüntüye kaynaklık ettiği için elbette, beyaz yakalılar ile ilgilenmek gibi problemli yanları da var.
Ekonomik krizler en tepedekilere (paranın asıl sahibine) kadar uzanmazlar asla. Olan ya tüm mavi yakalılara ya da henüz o kadar yukarılara çıkamamış beyaz yakalılara olur. Hikâye işte böyle bir krizin büyük bir holdingteki beyaz yakalıları birer birer kurbanı yapmasını anlatırken üç adama odaklanıyor ve onların aileleri ile birlikte bu krizi atlatmaya çalışırken neler yaşadıklarını gösteriyor bize. Üçü de pozisyonlarının sağladığı zenginlikler içinde yaşar ve refah seviyelerinin tadını çıkarırken, bir gün işsiz kalacaklarını akıllarına bile getirmiyorlar. Aslında bu adamların biri o güne kadar kazandıkları ile dünyalığını çoktan yapmış durumda, diğerleri ve özellikle en genç olanları hayatlarını hep bu refah seviyesi içinde kalacakları varsayımı ile kurmuş olmanın sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyorlar. Lüks arabalar, aslında ihtiyaç olmadığı halde satın alınmış eşya vs. sahibi olan bireylerin şimdi bunlardan yoksun kalmasının ne kadar trajik olduğu tartışmalı aslında. Açıkçası, yaşanan finansal krizin asıl vurduğu milyonlarca yoksul dururken, Porsche’unu kaybeden bir adamın “trajedi”si kişisel olarak beni hiç ilgilendirmiyor. Ne var ki Hollywood bu ve elbette şık evler, şık arabalar, şık insanlar dururken yoksulları getirecek değil karşımıza. Yine de hakkını teslim etmemiz gereken kimi tavırları var filmin. İş bulamayınca, marangoz olan kayınbiraderinin yanında çalışmaya başlayan karakter üzerinden film, alçak gönüllü bir tonda da olsa, emeğin kutsallığını anlatıyor bize. Bunu yaparken de, günümüz iş dünyasının kârlılık nedeni ile üretimden uzak durup sağlık ve enerji gibi sektörlere odaklanmasını eleştirisinin konusu yapıyor. Asya’da karın tokluğuna çalışan çocuklardan, yumuşak bir anında da olsa filmin, söz edilmesi takdiri hak ediyor elbette. Plaza dünyasının acımasız rekabeti, yapay dünyası ve bireysel çıkar odaklı dünyasının karşısına, dayanışmanın güzelliğini hatırlatan ve işçi sınıfından olan karakterleri koyması da, benzer şekilde kesinlikle doğru ve önemli bir tercih filmin adına.
Evet bunları yapıyor film, ama bir şekilde Hollywood’un (kapitalizmin) o ezeli ve ebedi bakışı araya giriyor sık sık ve “dengeliyor” yukarıda takdirle sözünü ettiklerimi. Başta final sahnesi olmak üzere, film kesinlikle bir sistem karşıtlığına yanaşmıyor ve mesajını “iyi yürekli kapitalistler” kurtaracak dünyayı olarak veriyor hemen her anında. Bir başka deyişle, insanları işten atarken üzülenler var, bir de üzülmeyenler. Eğer mücadele gerçekten sadece bu ikisi arasında ise, bu mücadeleyi vermeye pek de değmez sanırım. Sonuç olarak Hollywood Hollywoodluğunu yapıyor diyelim ve çalışanından 700 kat fazla kazanan patronların acımasızlığını, sistem içindeki tüm bireylerin sahip oldukları konumların aslında nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve satacak Porsche’u olanların trajedisini anlatırken satacak Porsche’u olmayanların trajedisini hatırlattığı için minnettarlık duyalım filmin senarist ve yönetmeni olan John Wells’e.
Krizlerin sembol resimlerinden biri olan, içinde kişisel eşyaları olan karton kutularla dev plazaları terk eden beyaz yakalı görüntüsünü de sergileyen filmin ver(ebildi)ği mesajları yumuşatması ise doğru olmamış kesinlikle ve kendi kafası da bu mesajlar konusunda karışmış görünüyor biraz. Finalde beyaz yakalımızın coşkulu nutkundan ne anlamamız gerekiyor örneğin? Bu adam bu çirkin dünyaya dönüyorsa, ne diyor bize film? Başka bir çözüm olmadığını mı, yoksa çözümün yine sistemin kendi içinde yer aldığını mı ya da bireylerin “başarı”, “zenginlik” vs. peşinde koştuğu sürece başlarına geleni hak ettiğini mi düşünmemiz gerekiyor, bilmiyorum gerçekten. Bir başka örnek de plazayı taşlayan işsiz beyaz yakalı. Bu bir “şeytan taşlama” olmasa gerek (sonuçta otuz yıldır çalıştığı ve bundan bir şikâyeti olduğu bize hissettirilmeyen bir kuruma ait bu bina). Dolayısı ile gördüğümüz, bize daha çok, kendisi için kutsal olan bir mekana girmesine izin verilmeyen bir adamın öfkesi olarak yansıyor.
Ben Affleck, Tommy Lee Jones, Chris Cooper, Kevin Costner, Maria Bello ve Rosemarie DeWitt’in başrolleri paylaştığı filmde tüm oyuncular (özellikle de Jones ve Cooper) karakterlerini gerçekçi kılan güçlü oyunlar veriyorlar ve filme net bir çekicilik katıyorlar. Belki de Wells’in televizyon geçmişinin izlerinin sonucu olan yumuşatılmış havasına rağmen ilgiyi hak ediyor filmimiz. Özellikle belli bir yaştan ve tecrübeden sonra işsiz kalmanın trajedisini yansıtma becerisi ve sistemin bireyleri kendi endişelerine odaklanmaya zorlayıcı etkisini göstermesi (işten atılanı teselli etmeye giden herkesin ikinci cümlesi benimle ilgili bir şey duydun mu oluyor) ile de önemli olan film, sistemin içinden sisteme ufak bir fiske vuran ve “kapitalizmin eski güzel günleri”ne özlem duyan yanı ile ilgiyi hak eden bir çalışma, özet olarak.
(“Şirket Adamı”)