“Sır tutmak çok mu önemli? Sevmediğin kişilerinkini bile mi?”
Londra’daki Fransız elçiliğinde çalışan ve elçilikteki bir kadınla ilişkisi olan evli bir adam, karısı ve adam ile kadın arasındaki bir tartışmanın trajik sonucuna “tanık olan” elçinin küçük oğlunun hikâyesi.
Graham Greene’in “The Basement Room” adlı kısa hikâyesinden uyarlanan, senaryosunu yine Greene’in yazdığı (ek diyaloglarda Lesley Storm ve William Templeton’un imzası var) ve yönetmenliğini Carol Reed’in üstlendiği bir Birleşik Krallık yapımı. Klasik sinemanın başyapıtlarından biri olan çalışma, küçük oyuncusu Bobby Henrey’in performansı ile de hatırlanan ve senaryosu, yönetmenliği ve görüntü çalışması ile dört dörtlük bir sinema eseri. Sinemanın nasıl etkili bir hikâye anlatma aracı olduğunun en güçlü kanıtlarından biri olan film adım adım inşa ettiği gerilimini o denli canlı tutuyor ve öyle üst bir noktaya taşıyor ki kendisini hikâyeye kaptıran seyirciye karakterlerin başına gelenlere müdahale etme ihtiyacını hissettiriyor nerede ise.
Filmin çekimleri sırasında sekiz, dokuz yaşlarında olan Bobby Henrey’den yönetmenin almayı başardığı performans filmin en önemli kozlarından biri. Buradaki başarısı üzerine yapımcının ailesi ile dört filmlik bir anlaşma imzaladığı Henrey sadece bir filmde daha (1951 yapımı “The Wonder Boy”) rol almış ama bu filmin ticarî açıdan başarısız olması üzerine ailesinin kararı ile iki filmden oluşan sinema kariyeri sona ermişti. Küçük oyuncunun filme sağladığı büyük katkıda kuşkusuz en büyük pay yönetmen Carol Reed’e ait. Çocuğun kısa sürede dağılan dikkati nedeni ile çeşitli küçük oyunlara başvurmuş yönetmen: Örneğin açılış sahnesinde, aralarında sıkı bir dostluk olan elçilik görevlisi Baines karakterine tırabzanın üzerinden bakarken yüzünde gördüğümüz ifadeyi yakalamak için çocuğun baktığı yöne yerleştirdiği bir sihirbaza gösteri yaptırtmış. Final sahnesindeki bakışın sırrı ise anne rolünde gerçek annesinin oynaması olmuş ve bundan haberi olmayan Henrey’in yüzündeki o etkileyici ifade yakalanmış. Çocuğun ağırlıklı olarak “reaksiyon gösterdiği” sahnelerde kullanılması ve elbette kurgunun başarısı da eklenince ortaya, filmin hemen tüm karelerinde görünen Henrey’in başarısı elde edilmiş. Elbette Henrey’in -yönetmenin yardımı ile yakaladığı- kendi performansını da eklemeli bunlara.
Filmin rahatlıkla unutulmazlar arasına sokulabilecek pek çok bölümü var. Elçilik içinde adam, sevgilisi ve çocuğun saklambaç oynadığı sahne Reed ile görüntü yönetmeni Georges Périnal’ın nasıl muhteşem bir çalışma çıkardıklarının örneklerinden sadece biri. Bir yandan çocuksu bir coşkuyu öte yandan da gerilimi aynı anda barındıran bu sahne seyircinin her an “şimdi kötü bir şey olacak” duygusunu hissetmesine neden olacak tüyler ürpertici bir etkileyiciliğe sahip. Çocuğun elçilik binasından kaçarak, gece yarısı Londra sokaklarında koştuğu sahne ise her bir karesi özenle oluşturulmuş görüntüleri, siyah beyazın inanılmaz bir çekicilikle kullanılması ve sahnenin ruhuna çok uygun kamera açıları ile o denli başarılı ki sahnenin sonunda çocuk bir polisle karşı karşıya geldiğinde siz de nefes nefese kalabilir ve tıpkı çocuğun kendisi gibi ne yapacağınız konusunda kafanız karışabilir.
Annesi uzun süredir hastanede olan çocuğun elçilik görevlisi (Ralph Richardson) ile olan dostluğu filmin gerilimini yaratan ve canlı tutan en önemli unsurlardan biri. Sır tutma sözü, yalanlarla gerçeklerin birbirine karışması ve arkadaşı koruma içgüdüsü kolayca etki altında kalabilen çocuğun kafasını allak bullak ederken, attığı her adım ve söylediği (ya da söylemediği) her söz seyirciyi diken üzerinde tutan bir gerilim yaratıyor. Sinema tarihinde bir karakterin eylem ve sözlerinin seyirciyi bu denli merakta tuttuğu çok az örnek vardır muhtemelen ve Greene’in senaryosunun (ve kaynak olan hikâyesinin) bu konuda sağladığı potansiyeli ustaca kullanıyor Reed. Öyle ki tek bir ânı aksamıyor filmin ve tüm karakterler hikâye boyunca tam da olması gerektiği ölçüde yerlerini alırlarken, bu hikâye onlarsız anlatılamazmış gibi hissediyorsunuz. Söylenen her bir sözün, atılan her bir adımın gerilimi daha da artırdığı hikâye ustalıkla yazılmış ve her türlü övgüyü hak ediyor. Senaryonun tüm unsurlarının ve hikâyedeki tüm karakterlerin birbirlerine ustalıkla bağlanmış olmasını da bu başarıların arasına eklemek gerekiyor.
Reed’in usta yönetmenliği her ânına damgasını vurmuş filmin; en “sıradan” sahnede bile yönetmenin özeninin izleri var. Örneğin tartışmaya başlayan iki insanın konuşmanın sonuna doğru birbirlerinden uzaklaşmaya başlamaları çarpıcı bir doğallıkla yaratılmış ve akıllıca uygulanmış bir numara. Tedirginlik içeren görüntülerde kameranın zaman zaman eğik açılarla kullanılması, elçilik görevlisinin karısının çocuğu sert bir biçimde uyandırdığı sahnedeki yakın plan tercihi ve hep dinamik görünen ama bunu abartıya başvurmadan yakalayan mizanseni ile Reed’in en parlak işlerinden biri bu kesinlikle.
Tüm gerilimine ve dramına rağmen mizaha da -dozunda bir tonda- göz kırpan bir film bu. Karakoldaki sahnede Rose karakteri (Dora Bryan kısa rolünde hayli eğlenceli bir oyunculuk sunuyor) bu mizahın ana kaynağı olurken, finalde “gerçeği söylemeye çalışan” çocuğu kimsenin dikkate almaması da filmin benzer eğlenceli anlarından biri. Bu küçük mizah bölümleri ustaca yerleştirilmiş hikâyeye ve seyircinin de nefes almasını sağlıyorlar. Çocuğun elçiliğe gelen polisler tarafından sorgulandığı sahne gibi başka benzersiz anları da olan filmde rol alan usta oyuncuların gösterisi de görülmeye değer kesinlikle. Başı derde giren elçilik görevlisini oynayan Ralph Richardson’un sade ve adeta “kısık sesli” performansı yalınlığın bir karakteri ne denli güçlü bir biçimde anlatabileceğinin örneği olurken, sevgilisi rolündeki Fransız oyuncu Michèle Morgan ve karısını canlandıran Sonia Dresdel karakterlerinin ruhlarını çok iyi yansıtan bir tarz benimseyerek rollerinin hakkını veriyorlar.
Graham Greene ve Carol Reed iş birliğinin bu ilk örneğinin başarısı daha sonraki örneklerde de (“The Third Man – Üçüncü Adam” (1949) ve “Our Man in Havana – Havana Casusu” (1959) tekrarlanmış ve ortaya her iki sanatçı için de parlak sonuçlar çıkmıştı. Evet, gerçekten de parlak bir film bu: Greene’in orijinal hikâyesindeki suçun filmde nitelik değiştirmesi kimilerince eleştiri konusu olsa da aksine filme ek bir boyut katmış görünüyor bu ve bugünün gözü ile bakıldığında bir parça fazla “büyük” görünen (ama o dönem için bu durumu normal olan) William Alwyn imzalı müzik çalışması bazen fazla öne çıksa da hikâyeye yine de katkı sağlıyor ve tüm bunlar yukarıda anlatılan tüm diğer unsurlar ile birlikte filmi “mutlaka görülmeli” sınıfına yerleştiriyor rahatlıkla.
(“Meşum Kadın”)