The Father – Florian Zeller (2020)

“Tüm yapraklarımı dökmüş gibi hissediyorum”

Demansa yakalanan yaşlı bir adamın, kızının dile getirdiği bakım ihtiyacını redderken, yavaş yavaş yaşadığı hayatla ve olan bitenle ilgili gerçeklik duygusunu yitirmesinin hikâyesi.

Fransız sanatçı Florian Zeller’in kendi tiyatro oyunundan uyarladığı senaryosunu Christopher Hampton ile birlikte yazdığı ve ilk kez uzun metrajlı bir filmde sinema yönetmenliği yaptığı bir Fransa, İngiltere ve ABD yapımı. En İyi Film dahil altı dalda aday olduğu Oscar’ı Uyarlama Senaryo ve Erkek Oyuncu dallarında kazanan ve ayrıca onlarca başka ödülün de sahibi olan film, modern tıptaki gelişmelerle uzayan insan ömrü ile birlikte sayısı daha da artan demans hastalarından birini odağına alan, bu rahatsızlığın kurbanlarının nasıl müthiş bir yalnızlık içine düştüğünü anlatan başarılı bir çalışma. Başroldeki Anthony Hopkins’in en duygusuz insanı bile yüreğinden yakalayacak denli güçlü bir performans sunduğu, kahramanın kızı rolündeki Olivia Colman’ın da çarpıcı bir yardımcı oyunculuğun somut tanımını yarattığı yapıt, anaakım sinemanın çerçevesi içinde kalıyor ama öykünün duygu sömürüsü potansiyelinden ustalıkla -hemen hep- uzak durması ve başkarakterinin içine düştüğü ruhsal kaosu seyirciye güçlü biçimde geçirebilmesi ile belli bir özgünlüğü de yakalamış görünüyor. Senaryonun gerçeğin ne olduğu (ya da olmadığı) konusunda seyirciyi, kahramanı ile aynı konumda tutmayı seçmesi ve bunu güçlü bir doğallığı yakalayarak başarması ise gerçekten göz kamaştırıcı.

Çok yönlü bir sanatçı Florian Zeller: 2002’de henüz 22 yaşındayken basılan ilk romanı “Neiges Artificielles”i ile başlayaraki beğenilen ve ödül kazanan beş kitap yazmış bugüne kadar, ayrıca on üç tiyatro oyunu sahnelenmiş, biri kısa üç sinema filmi çekmiş, aralarında kendi yönettikleri de bulunan altı film için senaryo yazmış ve farklı filmlerin yapımcılığını üstlenmiş. Onun ilk kez 2012’de sahnelenen ve The Times gazetesinin “son on yılın en iyi oyunlarından biri”, The Guardian’ın ise “demansın sert ve dürüst bir incelemesi… yılın en iyi oyunu” ifadeleri ile övdükleri “Le Père” adlı oyunundan uyarlayarak çektiği film kendisinin ilk uzun metrajlı çalışması. Öncesinde “Nos Dernières Frivolités” adlı bir kısa film çeken Zeller’in bu ilk uzun filmi onun adına tam bir başarı kuşkusuz ve aldığı ödüllerin yanında, seyirci ve eleştirmenlerin beğenisi de bunun sağlam göstergeleri.

Seksenli yaşlarında emekli bir mühendis Anthony (Anthony Hopkins) ve yanında bir bakıcının olmasını gerektirecek düzeyde demans hastası olmuştur her ne kadar bu durumu reddetse de. İşte bu yaşlı adamın ve ona yardımcı olmaya çalışan kızı Anne’in (Olivia Colman) öyküsünü anlatıyor film ve gördüğümüz ve duyduklarımızın hangisinin gerçek olduğu, hangisinin adamın zihnindeki farklı bir gerçekliğin sonucu olduğu konusunda sık sık ve uzun süre ikilemde bırakıyor seyirciyi. Senaryonun bu ikilemi özel bir oyuna başvurmadan, oldukça doğal bir biçimde yaratabilmesi ve canlı tutabilmesi şüphesiz önemli bir başarı ve filmin de Hopkins’in oyunu ile birlikte en önemli iki kozundan biri. Sadece bir karakterin bakış açısı üzerine kurulu olsa ve kamera böylece hep onunla birlikte hareket etse bir parça daha rahat yakalanabilecek bu başarı, üstelik bu yönteme başvurulmadan elde edilmiş ve bu da değerini daha da artırıyor. Üstelik seyirciyi, öykünün kahramanının hastalığını bilmesine rağmen, onun gerçekliğinin ne kadarının gerçek ne kadarının hayal olduğu konusunda hemen hep soru işareti ile baş başa bırakıyor bu senaryo ve hanesine önemli bir artı daha ekliyor. Öyle ki seyirci öykünün başından sonuna kadar adeta bir “demans” yaşıyor ve bu da hikâyenin kahramanının tüm duygularını çok güçlü bir biçimde hissetmesini sağlıyor. Öfke, kuşku, ret, yılgınlık gibi farklı alanlara uzanan bu duyguların belki de en vurucu olanı, insanın inandığı ve gerçekliğine inandığı her olguda kendini yalnız hissetmesinin sonucu olarak yaşadığı. Anthony’nin rahatsızlığının neden olduğu en büyük trajedi bu ve Hopkins de karakterinin tüm duyguları gibi bunu da, o denli elle tutulur bir şekilde yanısıtıyor ki bize etkilenmemek kesinlikle imkânsız.

İtalyan müzisyen Ludovico Einaudi’nin klasik müziğe yakın duran ve bu bağlamda karakterinin sık sık klasik müzik ve opera parçaları dinlemesi ile de uyumlu olan başarılı çalışmasının eşlik ettiği öykü demans hastaları ile yaşamış veya bu rahatsızlığa sahip yakınları olan herkese çok tanıdık gelecektir kuşkusuz. Senaryonun bu konuda “yeni” olarak söylediği, yukarıda vurgulanan yalnızlık duygusu olurken, hastanın kafa karışıklığını ustalıkla anlatabilmesi de önemli bir yenilik kesinlikle. Vincenzo Bellini, Georges Bizet ve Henry Purcell’den seçilmiş farklı eserlerin ve Einaudi’nin klasik tonlu ezgilerinin sağladığı ve “güncel olandan kopukluk” ifadesi ile tanımlayabileceğimiz hava da doğru bir seçim olmuş ve filmin diğer tüm unsurları ile gerekli ve önemli uyumu yaratmış görünüyor.

Müziklerden daha da önemli bir katkıyı ise oyunculuklar sağlamış tartışmasız bir şekilde; film çekildiği dönemde seksen iki yaşında olan ve tartışmaya kapalı bir şekilde sinema tarihinin tartışmasız en büyük oyuncularından biri olarak nitelenmeyi hak eden Anthony Hopkins ustalığının tüm silahlarını kullanmış ve Oscar’ın da dahil olduğu pek çok ödülü bileğinin hakkı ile almış. Bu ödülü kazanan en yaşlı oyuncu ünvanını eline geçiren Hopkins karakterinin bazen bir konuşmanın içinde bile aniden değişiveren ruh halini, duygusal iniş çıkışlarını hayran olunacak nüanslarla yaratıyor. Çağdaş sinemanın bir başka başarılı oyuncusu olan Olivia Colman da yeteneğini, dozunda tutulmuş bir duygusallıkla güçlendirerek Hopkins’in performansını özenle desteklemiş ve yardımcı oyuncu olarak Oscar’a aday olmuş.

“Peki ya ben? Ben… ben kimin?” sözünün iyi bir özeti olduğu öykü gerçeklikle ilgili tutunduğu tüm dalların birer birer kırıldığı, “tüm yapraklarını döken” bir insanın trajedisini belki çok özel olmayan ama öyküye çok uyan bir dil ile anlatan bir çalışma. Florian Zeller’in oğlu Roman’ın canlandırdığı küçük bir çocuğun rüzgarda uçuşan bir poşetle oynadığı ve Anthony’nin onu penceresinden izlediği sahnenin elle tutulur hüznü, hemen tamamı tek bir mekânda geçmesine ve bir oyundan uyarlanmasına rağmen gerekli bir dinamizmi yakalamayı başarması, başladığı âna geri dönen bir sahne gibi küçük oyunlarla renklenen ve sade görselliğin sözlerin yerine geçtiği sahneleri (evden boş görüntülerin kahramanın yalnızlığını ve zihinsel boşluğunu ifade etmesi gibi) ile dikkat çeken çalışmanın finalindeki “bol yapraklı ağaçlar” görüntüsü de ima ediyor olabilecekleri ile önem taşıyan bir kapanış sağlıyor: Anthony’nin “dökülen yapraklar”ının yarattığı hüznün karşısına, yaşamın ne olursa olsun devam edeceğini hatırlatan bir görüntüyü koymayı seçmiş olabilir Zeller; ya da seyircisine “yapraklarının bir gün döküleceğini” hatırlatmak istemiş olabilir.

Görüntü yönetmeni Ben Smithard’ın kendisini öne çıkarmayan, öykünün kırılgan zarafetine uygun sade görüntüleri, Yorgos Lamprinos’un özellikle kafa karıştırıcı olarak tasarlanmış bir öyküye tam da bu açıdan çok iyi hizmet eden kurgu çalışması ve tıpkı Lamprinos’unki gibi Oscar’a aday olan Peter Francis ve Cathy Featherstone’un prodüksiyon tasarımlarının da (Anthony’nin geçmiş yaşamını, entelektüel birikimini ve ince zevklerini çok iyi hatırlatan set tasarımları gerçekten çok başarılı) övgüyü hak ettiği film, sinemanın demansı ve alzaymırı konu alan ve 2000’li yıllarla birlikte sayısı -anlaşılır nedenlerle- artan başarılı örneklerinin arasında yerini alıyor kesinlikle.

(“Baba”)

(Visited 7 times, 7 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir