“Kurduğumuz organizasyon, kazdığımız tüneller… bütün bunlar beni hayata bağladı. Başaramamış olsak da hiç bu kadar mutlu olmamıştım”
İkinci Dünya Savaşı sırasında bir esir kampından kaçma planları yapan müttefik askerlerinin bu planlarını gerçekleştirmelerinin hikâyesi.
1944 yılında yaşanan gerçek bir olayı anlatan ve hikâyenin kahramanlarından biri olan Avustralyalı Paul Brickhill’in yazdığı kitaptan uyarlanan bir film. James Clavell ve W.R. Burnett’ın senaryosunu yöneten John Sturges olmuş ve ortaya bir parça mekanik ilerleyen, seyri kolay ve keyifli, zengin oyuncu kadrosunun da desteklediği bir çekiciliği olan bir sonuç koymuş. Gerçekte olanların elbette “sinemasal” nedenlerle bir parça değiştirildiği film hikâyenin Amerikalı karakterlerini öne çıkarmak gibi “tahmin edilebilir” değişiklikler yapmış asıl olarak.
Steve McQueen, Richard Attenborough, James Garner, Donald Pleasance ve Charles Bronson’un da dahil olduğu zengin bir kadrosu olan film bir “erkek filmi” öncelikle. Konuşmasız rolleri olan figüranlar dışında tamamen erkek oyunculardan oluşan bir kadrosu var filmin ve anlattığı “esir kampındaki askerler ve Naziler” hikâyesinin doğası da seyredeceğimizin bir “erkek filmi” olduğunu baştan söylüyor bize. Kaçış planının yapılması, hazırlıkların gerçekleştirilmesi, kaçış gecesi ve sonrasında yaşananlar diye dört ana bölümde ilerliyor film. Elmer Bernstein’ın marş esintili müziği eşliğinde karşımıza getirilen hikâye daha önce defalarca kaçma teşebbüsünde bulunmuş müttefik subayları ve askerlerinin onların yeni bir teşebbüsünü engellemek için özel olarak inşa edilmiş bir esir kampına getirilmeleri ile başlıyor. Kampın başındaki Alman subay SS’lerden hoşlanmayan ve özel dinlenme odaları, kütüphanesi ve spor yapma yerleri olan bu özel kampın komutanlığını kimseye zarar vermeden yapmaya çalışan bir Alman olarak çizilmiş ki Amerikan sinemasının o dönemde pek de yapmadığı bir şey bu ve filme farklılık katan bir tercih olmuş açıkçası. Kamptaki diğer Alman asker ve subaylar da oldukça yumuşak profiller çiziyorlar yine alışılmadık bir şekilde. Böyle olunca, oldukça rahat ettikleri bu yerden kaçmaya çalışmaları bir fedakârlık ve kahramanlık hikâyesi oluyor müttefik askerlerinin. Sonuçta büyük ihtimalle yakalanacakları ve hayatlarına mal olacak bir girişim çünkü kaçma eylemi. Bu tuhaf durumun yanısıra ve elbette bekleneceği gibi, Amerikalı ve Büyük Britanya ağırlıklı askerlerin esir kampı ortamında bile espri yapmayı unutmamaları, cesur, tasasız ve hatta küstah olabilmeleri ve adeta izci kampındaki erkek çocuklar gibi davranabilmeleri de filmin gerçekçiliğine zarar veriyor hikâyenin gerçek olmasına rağmen.
Filmde yer alan karakterlerin ve yaşananların gerçek olduğunu ama bazı karakterlerin birkaç gerçek karakterin birleşiminden olduğunu söyleyerek başlıyor hikâye. Söylemediği ise kimi karakterlerin gerçek uyruklarının değiştirilerek Amerikanlaştırıldığı. Bu kapsamda, Steve McQueen’in beyzbol eldivenli karakteri en bariz örnek olarak gösterilebilir sanırım. Atıldığı hücredeki günlerini beyzbol topu ile oynayarak geçiren ve eldiven ve topa -bir defadan fazla- kavuşma sahnesi ise Amerikan milliyetçiliğini okşayacak şekilde vurgulanan karakterle ilgili tercihler ticari nedenlerle anlaşılır olsa da rahatsız ediyor açıkçası. Daha önemli olan ise kaçış hikâyesinin gerçekçiliği: Bir esir kampında, bu nitelikte bir kaçış planını gerçekleştirebilmek için gerekli tüm yetkinliklerin bir arada toplanması (sivil giysiler üretecek bir terzi, tünel kazma işinde usta isimler, sahte belge hazırlama ustası vb.), Almanların hemen hiç uyanmaması olan bitene ve “kahramanlarımız”ın bunca akıllı olması epey kuşku uyandırıyor hikâyenin en azından olma şeklinin doğruluğu konusunda. Sonuçta 76 kişinin kaçmayı başardığı ve çoğunun yakalandırıldığı/öldürüldüğü bir firar eylemi olmuş gerçekten de ve John Sturges’ın filmi de bu eylemi ticari sinemanın kalıpları içinde ustaca anlatıyor. Evet, oldukça mekanik ve düz ilerliyor hikâyenin kurgusu ama bu özellikle tercih edilmiş gibi duruyor ve seyirciyi hemen hiç zorlamadan, pek de tanıtmaya gerek duymadığı karakterlerinin sadece eylemlerine odaklanmasını isteyerek ve heyecanın/gerilimin tadını çıkarmasını talep ederek anlatıyor derdini filmimiz.
Steve McQueen’in çitlerin üstünden motosikleti ile atladığı sahne dışında (ki bunu da denemiş ama başaramayınca dublör kullanılmış) tüm aksiyon sahnelerini kendisinin gerçekletirdiği filmde onun Almanya’nın İsviçre’ye yakın bölgesinde ve sonsuzluğa uzanır gibi görünen kırlık alandan motoru ile kaçma sahnesi bugün 1960’lar sinemasının klasiklerinden biri olarak hatırlanıyor ve oldukça iyi çekilmiş ve kurgulanmış olması ile gerçekten de hayli başarılı görünüyor. Hayli klasik bir sinema dili kullanılan film pek inceliklerle uğraşmadan anlatıyor kahraman askerlerin hikâyesini ve başta Attenborough, McQuuen, Pleasance ve Garner’ınki olmak üzere hikayenin tonuna yakışan klasik oyunculukların ve tıkır tıkır işleyen kurgusunun da yardımı ile bu tür filmlerden hoşlananlar için gerçek bir eğlencelik olmayı beceriyor. Kusurları ne olursa olsun, Amerikan sinemasının klasiklerinden biri bu ve savaşın ortasında geçen ama onu hiç göstermeyen, bir infaz sahnesini kolaycılığa kaçmadan anlatan ve ustalıklı “zanaatkârlığı” ile dikkat çeken film görülmeyi hak ediyor kesinlikle.
(“Büyük Firar”)