“Ömür boyu bir ahmak olmaktansa, bir geceliğine kral olmak iyidir”
Televizyonda kendi şovunu yaparak ünlü olmak isteyen bir komedyenin, idolü olan bir talk-show’cuyu kaçırarak amacına ulaşmaya çalışmasının hikâyesi.
Paul D. Zimmerman’ın orijinal senaryosundan Martin Scorsese’nin çektiği bir ABD yapımı. Başrollerdeki Robert De Niro ve Jerry Lewis’in kendilerinden beklenen karakterlerin tam terslerini canlandırarak adeta rollerini karşılıklı olarak değiştirdikleri film ün, ünlü olmak ve ünlü hayranlığı kavramları üzerine bir hikâye anlatıyor ve bunu yaparken de başarılı olmanın tek değer olduğu ABD toplumuna bir eleştiri getiriyor. Gişede iki ünlü oyuncusuna ve Scorsese ismine rağmen, beklenen başarıyı sağlayamayan film eleştirmenler tarafından daha olumlu karşılanmıştı genel olarak. Yönetmenin en iyi çalışmalarından biri değil bu ve ima ettiği komediyi de yeterince güçlü kılamıyor ama başta De Niro’nun eğlenceli ve sağlam performansı, talk-show’cuya sapkınlık derecesine varan bir hayranlığı olan kadını oynayan Sandra Bernhard’ın oyunculuğu ve “rüyalar ülkesi” ABD’de ne pahasına ve nasıl elde edilmiş olursa olsun başarının ödüllendirildiğini ve saygı gördüğünü hatırlatması ile ilgiyi hak eden bir çalışma.
Jerry Langford (Jerry Lewis) popüler bir talk-show programının ünlü ve başarılı bir sunucusu, Rupert Pupkin (Robert De Niro) ise hayranı olduğu bu adam gibi başarılı bir televizyoncu olmayı kafasına takan ve bunun için ne yapması gerekiyorsa yapmaya hazır bir komedyen. Açılış sahnesinde Langord’u stüdyonun çıkışında bekleyen fanatik hayranlarını görüyoruz; kendi aralarında ünlülerin imzalarının takası konusunda tartışan bu kalabalığın içinde Rupert ve ruhsal dengesi pek yerinde görünmeyen Masha (sandra Bernhard) adında bir kadın da vardır. Masha’nın tek derdi Jerry’nin hayatına girmektir ve zorla arabasının içine de girer bunun için; Rupert ise Jerry’nin kendisini dinlemesini sağlamak ve onun yardımı ile televizyon dünyasına adım atmak peşindedir. Kalabalık bir konuk oyuncu kadrosu da olan filmde (bir sokak sahnesinde, Scorsese’nin hayranı olduğu ünlü The Clash grubunun üç üyesi de yer alıyor örneğin) sık sık Rupert’ın hayallerini gösteriyor Scorsese ve bu hayalleri bölen annesinin sesini. Filmin gerçek ile hayal arasında gidp gelen yapısı, finalde seyirciyi de gördüğünün ve anlatılanın gerçek olup olmadığı konusunda ikilemde bırakıyor. Özellikle tercih edilen bu durum hikâyeye yakışmış açıkçası; çünkü bu tipik Amerikan başarısının burada seyrettiğimiz örneğinin gerçek olup olmadığı önemli değil, önemli olan başarının Amerikan toplumu için önemi ve hatta nerede ise tek saygı duyulan değeri olması.
Jerry Lewis filmlerinden aşina olduğumuz karakterinin tam tersi bir adamı canlandırıyor hikâyede. Özel hayatında televizyondaki imajının aksine pek de eğlenceli olmayan bir karakteri oynayarak alışılan tarzının dışına çıktığı için eleştirmenlerinin beğenisini toplayan sanatçı performansının beğenilmesini de pek anlayamadığını söylemiş, filmde sadece kendisi gibi olduğu için. O aşırı mimik ve beden hareketi dolu çılgın performanslarından sonra gerçekten de oldukça farklı bir karakteri getiriyor karşımıza Lewis ve seyircideki beklentiyi kıran ve gerçeklik hissini de hep koruyan bir sonuç elde ediyor. De Niro ise ünlülerden topladığı imzaların yer aldığı defterin bir sayfasında da kendi imzasına yer verecek kadar başarılı olacağına inanan karakterini adeta Lewis’in eski filmlerinden ödünç aldığı bir hareketlilik ile oynuyor ama onun aksine bu hareketliliği komikliğinin ana parçası olarak kaba bir biçimde kullanmıyor. Gördüğünüz karakterin gerçekten de öyle olduğuna sizi inandıracak kadar sağlam ve etkileyici bir performans sunuyor oyuncu. Sandra Bernhard’ın performansı ise senaryodan kaynaklanan nedenlerle de bir parça gereğinden fazla altı fazla çizili bir tarza sahip ama oyuncunun becerisi bu durumun rahatsız edici olmasının önüne geçiyor rahatlıkla.
Filmin en önemli ve etkileyici sahnelerinden birinde Rupert ve kız arkadaşı, Langford’un evine habersiz bir ziyarette bulunuyorlar. Kahramanımızın gerçek ile hayal arasında gidip gelen ve kendinden fazlası ile emin olmanın yarattığı körlüğün egemen olduğu ruh halinin iyi bir örneği olan bu sahnenin yanı sıra ünlü olmak üzerine eğlenceli ve çarpıcı bir ânı var filmin. Jerry Lewis’in gerçekten yaşadığı bir olaydan yola çıkarak senaryoya eklenen bu sahnede, Langford karakteri kalabalık bir caddede yürürken, ankesörlü telefonda konuşan ve hayranı olan yaşlı bir kadın onu kolundan çekerek hastanedeki yeğenine merhaba demeye zorluyor ve ret cevabı alınca da “Umarım kanser olursun” diyerek azarlıyor adamı. Fanatik hayranları olmanın tehlikeli ve netameli yanını işaret eden bu sahnelerden filmde yeterince yok yazık ki. Bir komedyenin ünlü olmak için giriştiği işleri anlatan film yeterince mizah da içermiyor; evet, filmin bir komedi olma iddiası yok ama sadece durumun komikliğinden etkilenmesi beklenen seyircinin hikâyeye neden fazla ilgi göstermediğini anlamak da zor değil.
Çekimler sırasında menenjit geçirerek hayatını kaybeden ve Scorsese’nin kişisel asistanı olan Dan Johnson’a ithaf edilen filmde farklı sahnelerde (Langford’un, evinde Rupert’ı bulduğu sahnedeki bazı diyaloglar veya Langford ile Masha arasında geçen ve ikincinin ilkinin başında nöbet tuttuğu sahne vs.) doğaçlama tercih edilmiş ve bunun da sağladığı “sıradan gerçekçi” tavır yönetmenin önceki ve sonraki filmlerindeki şiddet sertliğinden, gürültüden ve gösterişli karakterlerden uzak bir hava sağlamış bu yapıta. Ret edilmenin ama bunu kabullenmemenin hikâyesi olarak tanımlayabileceğimiz filmde senaryo ve yönetmenlik çalışması karakterler arasındaki iletişimi zayıf tutarak (sanki kimse diğerini dinlemiyor ve herkes kendisine odaklı gibi) bireyselliği ve belki de ona bağlı olarak başarılı ve ünlü olma çabasını ele alıyor. Filmin Türkçe adının (“Kahkahalar Kralı”) aksine kahkahayı nadiren attıran ama zaten bunu hedeflemeyen bir çalışma bu. Rupert’ın televizyon şirketinin resepsiyonunda Langford ile görüşebilmek için beklediği sahnelerde olduğu gibi kendine özgü bir mizahı (Rupert’ın tavana baktığını gören sekreterin onunla olan eğlenceli diyaloglarında olduğu gibi) olan film en gösterişli ve parlak Scorsese yapıtlarından olmasa da -içerdiği eleştirinin de yardımı ile- ilgiyi hak eden bir çalışma.
(“Kahkahalar Kralı”)