The Lightship – Jerzy Skolimowski (1985)

“Her şeyin değişken ve tutarsız olduğu bir dünyada, bir rota belirleyip ona bağlı kalmak hoşuma gidiyor”

Bir fener gemisine çıkan üç soyguncu ile geminin mürettebatı arasındaki mücadelenin hikâyesi.

Leh yönetmen Jerzy Skolimowski’den psikolojik dram/aksiyon karışımı bir hikâye. Hiç hareket etmeyip bir fener görevi gören gemide geçen bu tek mekanlı film iki usta oyuncusunun karşılıklı döktürdüğü ve anlattığı maceranın arka planında yeterince güçlü bir şekilde olmasa da başka temaların da peşinde olan bir çalışma.

Soyguncuların lideri rolündeki Robert Duvall ve geminin kaptanı rolünde Klaus Maria Brandauer filme başarılı oyunculukları ile ve hikâyedeki temel çatışma noktalarından birinin tarafları olarak damgalarını vuruyorlar. Evet bu film bir yandan da “otorite” odaklı çatışmaların filmi. Çete reisi ile kaptan arasında fiziksel çatışmaya dökülmeyen ama zekâ yarışının ve laf oyunlarının arkasının kesilmediği bir otorite çatışması var. Duvall bu çatışmayı farklı boyutlara taşıyarak kaptanın oğlu ile arasındaki otorite çekişmesine de yansıtmaktan geri durmuyor. Filmin bir diğer çatışma konusu olan baba ile oğul arasındaki uyuşmazlık kısmen çocuğun asiliğinden ama asıl olarak çocuğun babasının ikinci dünya savaşındaki sicili ile ilgili dedikodulardan dolayı babasına duyduğu nefretten kaynaklanıyor. Hikâyedeki bir diğer çatışma ise kaptan ile mürettabat ve özellikle geminin subayı arasındaki ne yapmaları gerektiği konusunda çıkan anlaşmazlık ve buna bağlı olarak da kaptanın gemi üzerindeki sorgulanan iktidarı.

Duvall film boyunca kendi entelektüel seviyesinde gördüğü kaptanı alt etmek, otoritesini sarsmak ve kendi zekâsını bu yolla doğrulamak için elinden geleni yapıyor. Bu çabası bir yandan da bir hayranlık içeriyor aslında; kaptana özel hikâyelerini anlatıyor ve “birbirimize iki sevgili kadar yakınız” ifadesi ile nerede ise homoerotik bir çağrışım yapan cümleler kurmaktan geri kalmıyor. Kendi tanımladığı kapsamı ile özgürlüğü sürekli vurgulayarak hiç hareket etmeyen bir geminin kaptanı olan rakibini de aşağılıyor ve kaptanın oğlu için çekici bir rol modeli olmaya soyunuyor.

Aşçının intikamı, çete reisinin dans sahnesi gibi başarılı bir şekilde kotarılmış kimi sahneler de barındıran filmin iki de zayıf noktası var. Stanley Myers imzalı müzik çok öne çıkmadan görevini yerine getiriyor ama araya sık sık giren Hans Zimmer imzalı elektronik müzikler 80’lerin elektronik klavye müziklerinin kötü örneklerinden biri ve nerede ise kulak tırmalıyor. Filmin ne atmosferi ile bir ilgisi var bu müziklerin ne de kendi başına bir çekicilikleri. Bu alçak gönüllü psikolojik aksiyonun bir diğer sıkıntısı da belki bir parça fazla alçak gönüllü olması ve bunun sonucu olarak da özellikle çatışmaların taşıdığı dramatik gücü yeterince güçlü bir şekilde aktarmaması. Bu dramatik gücü seyredenin kendisinin “keşfetmesi” gerekiyor bazen.

Seyrettikten sonra Walt Whitman’ın “O Captain My Captain” şiiri okunarak kendisinden alınan keyfin bütünlenebileceği bu film bir ustanın elinin değdiği belli olan o küçük çalışmalardan.

(“Fener Gemisi”)

(Visited 119 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir