“Delilerin çoğu kendini kral zanneder ama o zaten kral. Acaba kendini ne zannediyor?”
Kral 3. George’un akıl hastalığı geçirdiği dönemde yaşadıklarının hikâyesi.
İngiliz yönetmen Nicholas Hytner’ın ilk sinema filmi. Sinemaya bolca malzeme sağlamış Büyük Britanya kralllık tarihinden ilginç bir sayfayı anlatan hikâye Alan Bennett tarafından kendisinin tiyatro oyunundan beyaz perdeye uyarlanmış. Hytner ve Bennett ikilisi hikâyeyi sinema için yeniden yaratırken bol diyalog içermesine rağmen eserlerine dinamizm kazandırmayı başarmışlar ve oyunculukların yüksek noktalarda seyrettiği filmlerini çekici kılmayı becermişler. Kostüm ve set tasarımlarının da göz alıcı olduğu film ilginç bir hikâyeyi yalın bir dil ile anlatan keyifli bir çalışma.
Porfiria adı verilen ve kapanış jeneriğinden hemen önce söylendiği gibi tekrarlanabilen ve genetik bir rahatsızlık olan hastalığının teşhisinin ve tedavisinin hikâyenin geçtiği 1780’li yıllarda pek mümkün olmadığı kralın hastalığının ilk ortaya çıkışını ve geçici de olsa ilk tedavi ve iyileşme sürecini anlatan bir film karşımızdaki. Her sözü emir olan ve koca bir ülkenin kaderini belirleyen bir insanın akıl rahatsızlığı aslında hayli trajikomik bir durum. Yönetilenlerin ne yapacaklarını bilemediği bir durum bu sonuçta ve o tarihlerde demokratik kimi kurumları, örneğin Avam ve Lordlar Kamarası, çalışır durumda olan Birleşik Krallık’ın bu yönetsel mekanizmaları hikâyedeki kimi politik tartışmaların ve çıkar hesaplarının da yaşandığı yerler oluyor.
Bir tiyatro oyunundan uyarlanmış olmasına rağmen filmin genel olarak dinamizminin yerli yerinde görünmesinin birden fazla nedeni var. Öncelikle Bennett’ın diyaloglarının hikâye boyunca duyulmadığı anlar çok az olmasına rağmen, bu diyalogların ustalıkla yazılmış olması kaynağında tiyatro olan bir film seyrettiğinizi unutturuyor size. Hytner’ın akıcı ve tempolu anlatımı ve Lordlar Kamara’sında geçen bir sahnede kameranın daireler çizerek hareket etmesinde olduğu gibi dinamik yaklaşımı ve elbette üç büyük oyuncunun karşılıklı oyunculuk gösterisi sergilemelerine aracılık eden performansları dinamizmin diğer kaynakları. Kral George’u canlandıran Nigel Hawthorne’un senaryonun kendisine sağladığı yüksek potansiyeli sonuna kadar kullandığı canlı ve gösterişçi oyununa doktoru rolündeki Ian Holm ve kraliçe rolündeki Helen Mirren tam tersi bir tarzda, sakin ve nerede ise sadece bakışlara dayanan bir performans vererek çekici bir zıtlık yaratıyorlar. Bu zıtlık duygusu kralın “deliliği” atmosferinin daha da öne çıkmasını sağlıyor ve filme de kesinlikle ciddi bir katkıda bulunuyor.
Senaryoda Osmanlı İmparatorluğu’na ve padişahlara da ilginç bir gönderme var. Kral kendilerinin parlamento, anayasa gibi kurumlarla uğraşırken, sultanların (doğrudan Osmanlı kelimesi geçmese de cümlede, kastedilen sultanların kim olduğu açık) dilediklerini yaptıklarını ve oğullarını bile boğdurma özgürlükleri olduğunu (burada hastalığı sırasında yerine geçmeye çalışan kendi oğlundan memnuniyetsizliğine de gönderme var) söylüyor ve kral olmanın o kadar da güç sağlamadığını iddia ediyor. Sarayın içindeki döner merdivenlerde ve koridorlarda koşturan kral görüntülerinde olduğu gibi ilginç kamera açılarının ve genel olarak görüntülerin başarısının da zenginleştirdiği bu film Hawthorne’un oyununun kattığı komedi tadı ile de ilgi çekmeye aday. Bugünlerde bizde “Muhteşem Yüzyıl” dizisi ile gündeme gelen ve egemenlerimizin tepkisini çeken saray entrikalarını çekinmeden anlatan filmin bir benzeri bizde çekildiğinde ne olacağını tahmin etmemek mümkün değil; ecdadımıza saygısızlıktan başlayan pek çok eleştiri art arda sıralanacaktır kuşku yok ki. Oysa işte burada İngilizler kendi tarihlerini bir sinema filminin hikâyesi içinde hallaç pamuğu gibi atıyor ve bizdeki kimi Doğulu bakışlara da bir demokrasi dersi veriyor. Tüm aristokrat havasına rağmen film karakterlerini insan olarak ele alıyor ve tüm zaafları, korkuları ve insanca duyguları ile elle tutulur hale getiriyor. Kralın hastalığına Amerika kolonisini kaybetmenin mutsuzluğundan kraliçeye sadık kalıp başka kadınlarla ilgilenmemesine uzanan ve krala layık nedenler bulmaya çalışan bir topluma karşı, film biz sıradan insanlar gibi kralların da sıradan hastalıklara yakalanabileceğini söyleyerek ve bu hastalığı “görkemli” değil aksine rahatsız edici yanları (elden ele gezen tas içindeki kralın idrarı üzerine konuşmalar, bağırsaklarını kontrol edememesi veya sırtına aldığı bir saray çalışanını çocukca bir oyun için taşıması vb.) ile göstererek bu elle tutulurluğu destekliyor.
Birkaç sahnesinde tiyatro etkisinden tam anlamı ile sıyrılamamış olsa da Tariq Anwar’ın hareketli kurgusu ve üç büyük oyuncunun yanında Rupert Everett ve Rupert Graves’in de aralarında olduğu ünlü İngiliz aktörlerinin varlığı da filmi kesinlikle seyre değer kılıyor. Temel başarısı kendinizi o anı yaşadığınızı hissetmenizi sağlaması olan film, tarihsel dramaların ağırlığını taşımayan başarılı bir çalışma özet olarak.
(“Kral George’un Deliliği”)