“Sana sınıf farkının ne olduğunu öğretmediler mi?”
Babasının karşı çıktığı bir evlilik yapan bir kadının ve kocasının mutlu bir yuva kurmaya çalışmasının hikâyesi.
Yönetmeni Harry Thompson’un ilk ve tek filmi olan çalışmanın senaristi, yapımcısı ve baş oyuncusu Dee Law da bu film ile sinemadaki yine ilk ve tek deneyimini gerçekleştirmiş. Sınıflar arası bir aşk hikâyesi gibi başlayarak -sinemasal yetkinlik açısından değil ama en azından içerik olarak- bir umut vaat eden film, kısa sürede bunu da boşa çıkararak sıradan bir aile filmine dönüşüyor. Amerikan hayatına/toplumuna eleştirel kılıflı bolca övgüsü de olan film sınıf ayrımının olumsuz sonuçlarının da zenginlerin “iyiliği” ile ortadan kalkacağı iddiasını tekrarlayan tipik bir muhafazakâr bakışı da getirmekten çekinmiyor karşımıza. İçeriğindeki problemler bir yana bırakılırsa, eli yüzü nispeten düzgün, daha çok bir televizyon filmi havasında bir film bu. Seyri zarar vermeyen ama bir katkısı da olmayan filmlerden.
Bizde “Küçük Ev” olarak gösterilen ve orijinal adı “Little House on the Prairie” olan televizyon dizisini bilenler için, bu filmin o dizinin 1800’lü yıllardan 1900’lü yılların ilk yarısına taşınmış havasına sahip olduğunu ve daha çok bu tür bir dizinin pilotu olarak çekilen bir eser atmosferine sahip olduğunu söylemek yeterli olur sanırım, film hakkında özet bir fikir vermek için. Zengin bir aile, yoksul bir aile, yoksul ailedeki genç erkeğin zengin ailenin kızı ile olan aşkı ve kızın ailesinin karşı çıkmasına rağmen gerçekleşen evlilik, aile kurma ve mutlu olma çabaları… Pek çok Yeşilçam filminin de özeti olabilir bu kuşkusuz. Ve tıpkı o filmler gibi, nedense hep yoksullar daha umutlu ve mutlu, zenginler ise mutsuz bir hayat sürerler. Sınıf veya refah farkı ise kötüdür ama hayatın olması gereken bir gerçeğidir ve zaten zenginler iyi olduğu sürece ki yeterince iyi zengin vardır etrafta, bu da bir sorun değildir. Kaldı ki iyi bir eşe ve bolca sağlıklı ve güzel çocuğa sahip olduktan sonra para nedir ki! İşte filmimizin Dee Law imzalı senaryosu tüm bu muhafazakâr ve kapitalizmi doğrulayıcı klişelerin hepsini birden taşımaktan çekinmeyen bir filme kaynaklık ediyor.
1929 yılında genç kadının üniversiteyi bitirerek (ve kısmetini beklemek üzere) ailesinin yanına dönmesi ile başlıyor filmimiz. Bir süre sonra da 1935 yılına taşınıyor hikâye ve kahramanlarımızın yaşadıklarını izlemeye devam ediyoruz. Dee Law filmin senaryosunu yazıp, yapımcılığını ve baş oyunculuğunu üstlenip epey yatırım yapmış filme ama ne hikâyesi yeterince gerilim noktası taşıyor ve benzerlerinden farklılaşabiliyor ne de kendi oyunculuğu vasatın üzerine çıkabiliyor. Senaryo zaman zaman sanki farklı dizi bölümlerinin bir araya getirilmiş halini hatırlatıyor ki bu da hikâyenin akışında bir tıkanıklık hissine neden oluyor. Kimi sahneler ise (örneğin treni yakalama sahnesi) hikâyeye bir katkı sağlamaktan veya bir takım olguları açıklayıcı olmaktan çok, Dee Law’un kendi şovu için yazılmış gibi duruyor. Kilisenin/dinin dönemin gerçeklerine uygun olarak ve hikâyenin geçtiği yerin de Texas olduğunu hatırlayarak filmde kapladığı yer anlaşılabilir olsa da, filmin adının İncil’deki “pasaj”lardan esinlenerek belirlenmiş olduğunu akılda tutmakta yarar var.
Yönetmen Harry Thomspson filmi eli yüzgün biçimde anlatmış çoğunlukla ama kimi tuzaklara düşmekten de kurtulamamış. Örneğin aşıklarımızın “birlikte olduğu” ilk sahnenin mizanseni epey eğreti duruyor ve ilk öpüşmeden sonra bastıran yağmur da (ki filmin bir diğer adı da “After The Rain” ve kadının ailesinin arası ile bozulmasına neden olan “şey”in işte tam bu yağmurla birlikte olmasına da bir gönderme herhalde) oldukça yüzeysel bir tercih doğrusu. Genç adam ve büyükbabasının sarhoşluk sahnesi de kötü oynanmış, yazılmış ve yönetilmiş. Adamın kutsal kitaplardaki Samson’un adını bir lakap olarak taşıması ve bu nedenle de hep uzun saçlı gezmesi ise ilginç bir şeylerin sembolü olacak gibi dursa da senarist Law bununla ne yapacağını pek bilememiş sanki. Samson’un iki zayıf noktası olduğu söylenir: Gücünü aldığı saçları ve güvenilmez kadınlara karşı olan zaafiyeti. Hikâyede saçlarına böyle bir gönderme yok ve eşi de dört çocuk yapan, sadık ve fedâkar bir kutsal ev kadını olarak güvenilmez sıfatını hak etmiyor elbette. Öyleyse?…
Özellikle dramatik anlarında hikâyenin geçtiği yıllara değil de daha yakın tarihe aitmiş gibi görünen bir müzik çalışması olan film mutlu son ve zorlamayan bir hikâye arayanlar ve televizyon estetiğinden rahatsız olmayanlar için ve seyredilip unutulacak türden bir çalışma.
(“After the Rain” – “Yağmurdan Sonra”)