The Sugarland Express – Steven Spielberg (1974)

“Beni dinleyim, bayım. Şimdiye kadar araç çalma, aşırı hız, tehlikeli araç kullanma suçlarını işlediniz. Polise direndiniz ve tehdit ettiniz; görevini yapmasına engel oldunuz. Ruhsatsız silah bulundurma ve saldırı suçları da var; ama eğer beni bu araca girmeye zorlarsanız, adam kaçırmış olursunuz ki o da federal bir suç…”

Koruyucu aileye verilen çocuklarını ele almak için yasadışı yollara girişen ve bir polisi rehin almaları üzerine tüm güvenlik güçlerinin peşine düştüğü genç bir çiftin hikâyesi.

Senaryosunu Hal Barwood ve Matthew Robbins’in yazdığı, Steven Spielberg’in yönettiği bir ABD yapımı. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan film popüler sinemanın usta ismi olan yönetmenin gişede en az gelir getiren yapıtı olmuştu. Komik bir havası da olan bu suç filmi; pek de becerikli olmayan iki genç insanın tüm bir eyalet polisini (ve hatta sivil militanlarını) peşlerine takan maceralarını, Spielberg’in maharetli zanaatkârlığının sonucu olan akıcı bir dil ile anlatması ve temposunu hiç yitirmemesi sayesinde kendisini ilgi ile izletiyor. Buna karşılık, tüm o kaos ve kargaşaya fazlası ile kapılınması, hikâyenin derinleşmesine ve karakterleri yeterince anlamamıza engel olmuş görünüyor. Cannes’da senaryo ödülünü kazanan, halkın ve medyanın kahraman yaratma ve peşine takılma (kısa bir süre sonra unutmak üzere kuşkusuz) alışkanlığını eleştirmesi ile de dikkat çeken yapıt, biraz eğlenerek biraz heyecanlanarak keyifle seyredilebilir yine de.

“Bu film 1969’da Texas’ta yaşanan gerçek bir olaya dayanmaktadır” ibaresi ile açılıyor hikâye. Geçmişlerinde bolca küçük suçlar olan bir çift bir çocuk için gerçekten de ortalığı birbirine katmış o tarihte Texas’ta ama o zaman yaşananlar ile filmde seyrettiklerimiz arasında elbette farklılıklar var. Örneğin gerçekte olay sadece birkaç saat sürmüşken, Spielberg’in filmi iki üç güne yaymış olan biteni; baştaki firar sahnesi ise tamamen senaristlerin hayalinden doğmuş ve finalde bir karakter polis tarafından vurulduğunda, filmde gördüğümüz gibi etkileyici sahnelere konu olamayacak kadar kısa bir sürede ve farklı bir yerde kaybetmiş hayatını. Sonuçta bir anaakım filmi için oldukça alışılagelmiş ve sık rastlanan bir uygulamanın sonucu bu değişiklikler ve gerçeği bir kenara koyarsanız, hikâyeye çekicilik de katmışlar açıkçası.

Hikâye, cezasının bitmesine 4 ay kalan kocası Clovis’i (William Atherton) ziyaret etmek için açık cezaevine gelen Lou Jean (Goldie Hawn) ile açılıyor. Kendisi de 3 hafta önce çıkmıştır cezaevinden ve 2 yaşındaki çocukları kendisi hapisteyken bir koruyucu aileye verilmiştir. Çoğu hırsızlık olan sayısız küçük suça karışmış ve bu eylemlerinde hiç silah kullanmamış olan genç çiftin geçmişi yetkililerin çocuğu onlara geri vermesine engel olmuştur ve genç kadın oğlunu alabilmek için içine düştüğü bürokratik süreçten yılmıştır. Kadın kocasını da ayartır ve ikili çocuklarını kaçırmak üzere yola koyulurlar. Ne var ki genç bir polis memuru (Slide rolünde Michael Sacks var) onların bu yolculuğunun zorunlu ortağı olunca işler çok büyür ve sinema tarihinin “en yavaş” takiplerinden (peşlerine düşen polislerin başındaki Tanner’ı Ben Johnson oynuyor) birini izleyeceğimiz eğlenceli hikâye başlar. Kaçırma planını yapan kadına direnemez kocası ama aslında yaptıkları büyük bir aptallıktır; çünkü hem cezasının bitmesine bu kadar kısa süre kalmışken cezaevinden kaçmak büyük bir hata olacaktır, hem de hikâye hiç de bekledikleri gibi sona ermeyecektir, final hariç biz bu hikâyeyi seyrederken eğleniyor olsak da.

Texas’ta geçen bir hikâyeyi elbette country şarkıları süslüyor sık sık: Conway Twitty ve Loretta Lynn ikilisinin seslendirdiği “Living Together Alone” (şarkı 1973 tarihli ama gerçek hikâye 1969’da yaşanmıştı) adlı şarkıdan Hawn, Atherton ve Sacks’ın arabada birlikte söyledikleri “When My Blue Moon Turns to Gold”a (aralarında Elvis Presley ve Emmylou Harris’in de bulunduğu pek çok sanatçının yorumladığı şarkı ilk kez 1944’te Cindy Walker tarafından kaydedilmiş) country melodileri hikâyenin Texas havasını destekliyorlar bolca. Filmin John Williams imzalı orijinal müzikleri ise onun Spielberg ile bugüne kadar süren ve yönetmenin sonraki pek çok filminde tekrarlanan işbirliğini başlatan ve ona özgü güçlü dramatik öğelerle değil, country motiflerinden beslenen hoş bir çalışma olmuş.

Yönetmenin 1963’te çektiği, tek bir sinemada ve çok kısıtlı bir süre gösterime giren “Firelight”tan sonraki ilk sinema filmi bu; ona ilk büyük başarıyı getiren 1971 yapımı ”Duel” televizyon için çekilmişti. Spielberg burada kahramanlarımızın cezaevinden kaçmak için kullandığı yaşlı çiftten başlayarak hafif bir mizahı hep canlı tutuyor ve aşırı hızlı değil, aşırı yavaş gidildiği için polisin dikkatinin çekilmesinden bu durumun sinema tarihinde görülen muhtemelen en yavaş takibe dönüşmesine, senaryo aksiyonun içinde seyircisini sık sık da gülümsetmeyi başarıyor. “Biz akıl hastası değiliz; aptalca şeyler yaptık ama akıl hastası değiliz” diyor bir sahnede Clovis peşine düşen polislere ama giriştikleri teşebbüsün aptalca olduğunu görmezden gelmeyi tercih ederek komedi unsurunun odak noktası oluyorlar. Benzincide geçen ve onlarca polis aracının karıştığı kaos sahnesi, rehine alınan polisin ikili ile bir süre sonra ister istemez bir “aile” oluşturması, Lou Jean’in indirim kuponu tutkusunun neden oldukları ve seyyar tuvalet sahnesi gibi farklı örnekler verilebilir filmin eğlendirici yanına. Biraz da bu nedenle final bir parça sert görünüyor ama bu eleştirel olarak tanımlanabilecek bölüm hikâyeye ek bir zenginlik katıyor.

Film çeşitli eleştiriler de barındırıyor ki -takibin yavaşlığına rağmen- tempolu ve eğlencesi de olan hikâyenin Cannes’dan aldığı ödülde bunun da payı olsa gerek. ABD’nin özellikle muhafazakârların çoğunlukta olduğu ve aralarında Texas’ın da olduğu eyaletlerinde silahın kutsal bir nitelik kazandığı ve “mahallesini” korumak için silah kuşanmaya hazır sivil militanların varlığı bir gerçek. Film bu tuhaf ama gerçek durumu epey alaya alıyor ve hikâyenin en sert eleştirilerinden birinin de konusu yapıyor. Bu sivil miltanlarının birinin aracının arkasındaki yazı da (“Komünistlerin kaydını tutun, silahların değil”) tıpkı silah gerçeği gibi günümüz ABD’sinin sıradan bir gerçeği. Hikâyenin eleştirisi bununla sınırlı da değil; keskin nişancıların soğuk profesyonelliklerinden (ki bu durum polis amirinin vicdanı ile dengelenmiş tam da bir Spielberg filminden beklenmesi gerektiği gibi) halkın kahraman yaratma huyuna (hayli çılgın ve eğlenceli bir hediye yağmuru sahnesi var filmde) Spielberg filmini aksiyon ve komedi ile sınırlamayarak doğru bir seçim yapmış.

Yine Spielberg ile çalıştığı “Close Encounters of The Third Kind” (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, 1978) ile Oscar kazanan Vilmos Zsigmond’un kamerasının hikâyenin temposunu çok iyi destekleyen çalışması ile önemli bir katkı sağladığı filmin ilginç bir görsel tercihi olan ve hüznü yakalayan son sahnesi Texas’taki Amistad Barajı’nın kıyısında çekilmiş. Bu isim pek çok sinemasevere Spielberg’in 1997’de çektiği “Amistad”ı hatırlatacaktır hemen şüphesiz; tam 23 yıl sonra bu isimde bir film çekeceğini herhalde yönetmenin kendisi de hayal etmemiştir o tarihte. İki (anti)kahramanımızın ve yanlarındaki polisin peşlerine düşen kalabalık arttıkça heyecanın ve aksiyonun da arttığı ve paralelde hikâyenin de gerçeklikten iyice koptuğu (film asıl olarak bir yergi olmayı seç(ebil)seydi bir sorun yaratmazdı bu durum) fimde özellikle Goldie Hawn hayli eğlenceli bir performans sergiliyor ama William Atherton ve kısa süren oyunculuk kariyerinden sonra hayatına bilgi işlem dünyasında devam eden Michael Sacks de ondan hiç geri kalmıyorlar. Spielberg’in en güçlü yapıtlarından olmasa da kesinlikle eğlenceli ve sürükleyici bir film olarak, izlenmeyi hak ediyor.

(Visited 112 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir