2029 yılında makinelerle insanlar arasında süren savaşta, insanların liderliğini yapan John Connor’ın doğumunu engellemek üzere 1984’e gelen bir “Yok Edici”, yine gelecekten gelen ve ona engel olmaya çalışan bir adam ve “Yok Edici”nin öldürmeye çalıştığı kadının mücadelelerinin hikâyesi.
1980’li yılların kült filmlerinden biri. Nispeten düşük bir bütçe ile çekilen film, sonradan dört devam filmi daha çekilen (2019 yılında vizyona girmesi beklenen beşincisinin de hazırlıkları sürüyor) ve bir de televizyon dizisine ilham veren bir çalışma olarak sinema tarihinde yerini almış durumda. Yok Edici’yi canlandıran Arnold Schwarzenegger’in “kötü adamı” oynamasına rağmen asıl yıldızı olduğu filmde, geleceğin liderinin annesi rolünde Linda Hamilton, gelecekten gelerek onu korumaya çalışan savaşçı rolünde ise Michael Biehn yer almışlar. Gelecekteki distopya bölümünde geçen sahnelerinde efektlerinin zayıflığı ile dikkat çeken film bunu -bütçesi nedeni ile elbette- pek umursamış ve tüm ilgisini günümüzde (1984’te) geçen bölümlere yöneltmiş görünüyor. Aksiyonu ve dinamik anlatımı ile seyirciyi rahatça eline geçiren filmin hikâyesinde çok da bir derinlik yok ama ne anlatacağına karar vermiş ve bunu da ticarî sinemanın kuralları açısından bakıldığında iyi anlatmış olan bu çalışma bir “klasik” olarak görülmeyi hak ediyor.
Bugünlerde yoğun bir şekilde gündemde tekrar yerini alan yapay zekâ ve akıllı makineler ile onlara karşı direnen son insanların savaştığı 2029 yılında, Los Angeles’ta başlıyor film ve daha sonra hikâyesinin büyük bir kısmını anlatmak üzere yine Los Angeles’a ve günümüze (1984’e) geçiş yapıyor. Bir nükleer savaş sonrası -savaşı kimin başlattığını hikâyenin ilerleyen bölümlerinde öğreniyoruz- yok olmak üzere olan insanlık, makinelere karşı belki de son savaşını vermekte ve John Connor adlı bir savaşçının bilgi ve becerisi sayesinde onlara karşı bir zaferin umudunu taşımakta. İşte bu adamın doğmasını engellemek için annesini öldürmek üzere geçmişe giden bir Yok Edici ile kadını korumak üzere yine aynı geçmişe dönen bir “insan savaşçı”nın hikâyesini anlatıyor bize film ve bu iki adamın farklı nedenlerle gösterdikleri ilginin kaynağı olan kadını da hemen hiç ikinci plana atmadan ve hatta özellikle ikinci yarısından itibaren “kahramanlaşatırarak” getiriyor karşımıza. 2029 yılı 1984 yılından bakıldığında kırk beş yıl sonrasını, bir “uzak” zamanı gösteriyor belki ama bugünden bakıldığında sadece 11 yıl sonrası demek bu; hızla gelişen teknoloji ve Kuzey Kore ile ABD arasındaki gerilimde olduğu gibi kimilerinin insanlığın bir nükleer savaşın eşiğine nadiren bu kadar yakın olduğunu öne sürdüğü bir dünyada yaşadığımız da düşünülürse “neden olmasın” demek geliyor içimizden. Filmdekinin aksine nükleer savaşı “çirkin politikacı”ların başlatma ihtimalinin daha yüksek olmasını da filmin bir fantezi, yaşadığımızın ise bir gerçek olması ile açıklayabiliriz herhalde.
Bilim kurgu yazarı Harlan Ellison’ın kendisinin yazdığı “The Outer Limits” adlı televizyon dizisinin iki farklı bölümünden ve yine ona ait bir hikâyeden esinlendiğini öne sürdüğü senaryosunu James Cameron ve Gale Anne Hurd’ın birlikte yazdıkları film, Michael Ryan ve Douglas Kellner’ın “Politik Kamera” adlı kitaplarında belirttiği gibi “teknofobik” midir bilmiyorum ama teknolojik bir korkunun izlerine sahip olduğu açık. Bir türlü yok edilemeyen, “küllerinden yeniden doğan” androidin acımasız sertliği ve zalimliği hikâyenin çekici ve farklı yanlarından biri kesinlikle ve Arnold Schwarzenegger’in ifadesiz yüzüne çok iyi uyan bu karakterin varlığının insanlığın geleceği için verdiği mesajdan etkilenmemek pek kolay değil. Bugünlerde yapay zekâlı makinelerin insanlara katacaklarından daha fazla, neden olabilecekleri sorunların konuşulduğu düşünülürse bu korkuya hak verilebilir ama öte yandan bu korkuların tam da bu tür filmlerin insanların hafızasında bıraktığı izlerden beslendiğini de unutmamak gerekiyor.
Hikâyenin kadın kahramanı özellikle ilk yarıda iki erkeğin farklı içerikteki ilgilerinin nesnesi olarak, korunmaya muhtaç ve pasif bir görüntüde geliyor karşımıza. Buna karşılık film, onu daha sonra mücadelenin bir parçası yaparak bu pasif görüntüyü siliyor çoğunlukla ve aksiyon filmlerinin aciz kadın karakterinden çok uzak bir noktaya yerleştiriyor. Finalde “annelik” yanı öne çıkarılsa da, en azından tek başına arabasına atlayıp ufka doğru ilerlemesi bir “kahraman” yanının altını çiziyor.
Brad Fiedel imzalı müziğinin zaman zaman hikâyenin tedirginlik dolu görkemine yakışan bir havaya büründüğü filmde gelecekte geçen sahnelerin ucuz görünümlü efektlerine karşılık, Arnold Schwarzenegger’in “terminatör” karakterinin efektleri oldukça başarılı, özellikle 80’li yıllarda çekildiğini düşünürsek filmin. Düşük bütçesinin sonucu olan ve daha çok kötü bir bilgisayar oyununun görüntülerini andıran gelecek görüntülerini görmemezliğe gelerek, “yok edici”ye odaklanmak gerekiyor bu nedenle. Filmin özellikle ilk yarısında sahip olduğu “ucuz aksiyon” havasına da takılmamak gerekiyor; gerekiyor çünkü zaman zaman fazlası ile vasat bir 1980’ler havasını taşıyor bu bölümlerde film ve özellikle kadının ev arkadaşı ile erkek arkadaşının başına gelenler, “serbest yaşayan genç”lerin sonları üzerinden dönemin muhafazakâr bakışının da uzantısı gibi duruyor.
Görüntü yönetmeni Adam Greenberg’in aksiyon sahnelerinde çoğunlukla el kamerası kullanmasınının kendisinin de ifade ettiği gibi enerji kattığı filmde Schwarzenegger’in sadece 14 cümlesi olması (bir önceki filmi “Conan the Barbarian – Barbar Conan”da konuştuğu 24 cümlenin burada daha da azalmış olması dikkat çekiyor), açıkçası canlandırdığı karaktere uygun bir tercih ve yeteneği göz önüne alındığında oyuncunun kendisi için de bir şans olmuş. Schwarzenegger hikâyeyi sürüklemeyi başarıyor film boyunca ve kariyerinin de en önemli işlerinden birine imza atmış oluyor. Linda Hamilton ve Michael Biehn’in seyre değer bir aksiyon filminin hak ettiği düzeyde oyunculuklar sunmayı başardığı filmin açılış sahnesinde Yok Edici’nin ilk karşılaştığı karakterlerin onun tarafından acımasız bir şekilde yok edilmeyi “hak eden” “marjinal” punklar olmasının filmin 80’lerin yükselen sağ ruhuna uygun bir seçimi olduğunu da gözden kaçırmamakta yarar var. Atlanmaması gereken başka göndermeleri de var filmin ki bunların dinsel yanı dikkat çekiyor. Gelecekte insanların makinelere karşı verdiği savaşın lideri olan John Connor’ın isminin baş harflerinin JC olması İsa’ya (Jesus Christ) bir gönderme muhtemelen ki bunu destekleyen de bir başka gönderme oluyor: Tıpkı Meryem’in hamileliğinde olduğu gibi John Connor’ın annesinin hamileliğinde de “doğaüstü” bir yan var ve Sarah Connor da insanlığı kurtaracak çocuğu doğuracak ileride. Tüm bu muhafazakâr yaklaşımlar filme bir eleştiri getirmekten çok, filmin bazı mesajlarına karşı uyanık olmayı gerektiriyor temel olarak.
Kendisini çok ciddiye almadan ciddi olabilen, kazandığı başarı ile bir “marka”ya dönüşen bu aksiyon / bilim kurgu karışımında polis şefi rolünde Paul Winfield’ın da keyifli bir performans sunduğunu belirtelim son olarak ve bu klasiği görmekte yarar var diyelim.
(“Yok Edici”)