“Bilirsin, insanlar bir sabah uyanır ve hayatlarını değiştireceklerini söylerler ama asla değiştirmezler. Ben benimkini değiştirececeğim. Sen de bana katılsana”
Soyduğu banka şubesinin müdürüne aşık olan bir hırsız ve peşine düşen bir FBI ajanının hikâyesi.
ABD’li yazar Chuck Hogan’ın “Prince of Thieves” adlı romanından uyarlanan senaryosu Peter Craig, Aaron Stockard ve Ben Affleck tarafından yazılan ve Affleck’in yönettiği bir ABD yapımı. Affleck’in ikinci yönetmenlik çalışması olan film, girişteki yazıda belirtildiğine göre, “banka ve araba hırsızları ile meşhur” olan, Boston’daki Charlestown’da geçiyor ve romanın karakteri öne çıkaran adına karşılık kasabanın kendisini öne çıkaran adı ile romandan farklı bir vurgu taşımaya çalışıyor. Ne var ki bu vurgu, sık sık tanık olduğumuz ve kasabayı karşımıza getiren havadan çekimler dışında pek de yansımıyor bize ve kasabanın işçi sınıfı özellikleri de nerede ise hiç hissettirmiyor kendisini. Affleck’in aynı zamanda başrolü de üstlendiği ama oyunculuğunun bir parça donuk olduğu filmde öne çıkan isim ise Jeremy Renner olmuş ve hikâyeye damgasını vurmuş. Eli yüzü düzgün bir anlatım, takip sahneleri ve parçalanan arabalar ve aksamayan aksiyon sahneleri ile kimilerinin ilgisini çekeceği kesin bir “piyasa filmi”.
Ekonomik oyunculukla donuk performansı birbirine karıştırmış görünen ve karakterinin “mavi yakalı” havasına pek uymamış görünen Ben Affleck’in onun gibi soyguncu arkadaşı rolündeki Jeremy Renner’ın döktürdüğü bir film bu. Affleck’in kafa karışıklığının aksine, Renner gösterişli oynamakla abartılı oynamayı birbirine hiç karıştırmıyor; göründüğü her ânı zenginleştiriyor ve filmin en önemli çekicilik kaynaklarından biri oluyor. Romanın içeriği nasıldır bilmiyorum ama isminden yola çıkarak karakterleri öne çıkardığını düşünürsek, Renner bu ada yakışır bir oyun veriyor ve karakterinin sertliğini ve acımasızlığını çok iyi yansıtıyor bize. Hikâyenin potansiyel olarak taşıdığı bir sosyal sınıf analizinin (en azından sergilenmesinin diyebiliriz) karakterlerin öne çıkması nedeni ile geri planda kalması ve kasabanın sosyal yapısının sadece helikopterden yapılan başarılı çekimler ile yanısıtılmasının doğal olarak mümkün olmaması filmi bu açıdan zayıflatıyor. Filmin bir sosyal grup olarak sergilemeyi başardığı tek öğe karakterlerin İrlanda kökenleri olsa gerek. David Buckley ve Harry Gregson-Williams’ın başarılı müzik çalışmasına da yansıyan bu köken, baş karakterlerinin yeşil renk ağırlıklı kıyafetlerinde de gösteriyor kendisini. Filme “The Town” adını verip, kasabanın sosyal dokusunu bu derece yetersiz bir şekilde ele almak ve soygunculara odaklanmak bir çelişki elbette ama bir yandan filmin doğasına da uygun: Farklı olmaya çalışan ama benzerlerinden pek de uzaklaşamayan film sonuçta Hollywood’un kalıpları içinde kalan bir çalışma.
Zaman zaman zorlama gibi görünen hikâyenin yeterince iyi işleyemediği önemli bir öğesi ise FBI ajanı ile peşine düştüğü soyguncu arasında -buna çalıştığı halde- bir ikili gerilim yaratamaması. İki karakterin -en azından ajan açısından- karşılıklı bir mücadele içinde olduğunu yeterince iyi gösteremiyor film ve dolayısı ile buradan elde etmeye çalıştığı çekiciliği de pek üretemiyor açıkçası. Buna karşılık filmin gerek finalinde gerekse hikâye boyunca “iyi”nin yanında durma gayreti içinde olmamasını artı bir puan olarak görmek gerekiyor ve Affleck’in klasik bir iyi kötü tablosundan sakınmasını doğru bir tercih olarak takdir etmek gerekiyor. Aksiyon sahnelerindeki özenin ve teknik başarısının ki filme kattıkları çekicilik inkâr edilemez, diyaloglarına her zaman yansımış görünmediği filmde Robert Elswit’in kasabanın mekânlarını fiziksel olarak başarı ile kullanan görüntüleri takdiri hak ediyor. Hayli başarılı bir soygun ve sonrası sahnesi gibi bölümleri ile heyecan ve aksiyonseverleri mutlu edecek olan film iddia ettiği kadar içerik olarak dolu bir film değil ama yine de ilgiyi hak ediyor temiz ve özenli çalışması ile.
(“Hırsızlar Şehri”)