“Tüm bunları yetkili mercilere bildireceğimden emin olabilirsiniz! Bu adada nereye gitsem yozlaşma görüyorum sanki. Barda kavga, halka açık yerlerde ahlaksız davranışlar… gençler de yozlaşmışlar. Belli ki her şey buradan kaynaklanıyor, bu okulda öğretilen pisliklerden”
Kaybolduğu ihbar edilen bir kız çocuğunun akıbetini araştırmak İskoçya’daki bir adaya gelen bir polis memurunun karşılaştığı tuhaflıkların hikâyesi.
Senaryosunu David Pinner’ın 1967 tarihli “Ritual” adlı romanından esinlenen Anthony Shaffer’ın yazdığı, yönetmenliğini Robin Hardy’nin yaptığı bir Birleşik Krallık filmi. Dindar ve muhafazakâr bir polis memurunun görev için geldiği bir adada karşılaştığı pagan hayata ve ahlakî yozlaşmalara da direnerek, kayıp bir kızı bulmaya çalışmasını anlatan film “folklorik korku” diyebileceğimiz türün klasiklerinden biri ve bir kült olarak kabul edilen bir çalışma. Yaşam, inanç ve değerler karşısında iki zıt noktada duranları -bir tarafta Hristiyan inançlarına bağlı bir polis memuru, diğer tarafta hippi tarzı serbest bir yaşam süren ve kayıp kız konusunda ona baştan beri hep yalan söyleyen bir ada halkı var- karşı karşıya getiren öyküyü, tüm sinema kariyeri boyunca sadece üç film yöneten Hardy serbest bir tavırla anlatıyor ve ada halkının polise (ve seyirciye) oynadığı oyuna yakışan bir sinema dili ile bu ilk sinema filmini hayli çekici kılıyor. Düşük bir bütçe ile çekilen ve farklı uzunlukta versiyonları (bu yazı filmin ilk gösterime çıktığındaki 88 dakikalık versiyonu izlenerek yazılmıştır) olan yapıt korku, gizem ve gerilim içeren, bu türleri bir halk öyküsü içinde bir araya getiren türden hoşlananlar başta olmak üzere, tüm sinemaseverlerin görmesi gereken bir çalışma. Filmde müzisyen olarak da kısa bir rolü olan Paul Giovanni‘nin imzasını taşıyan eserlerin yanında, halk şarkılarının ve bir ninninin de yer aldığı ve toplam 13 yapıt içeren soundtrack’inin müzikal havası da kattığı film kesinlikle ilginç bir sinema yapıtı.
Çoğu filmin başlarında yer alan ve polis memurunun adaya gelmeden önceki araştırmalarını anlatan yaklaşık 20 dakikalık bölümü kesmek zorunda kalmasının zarar verdiği söylenen film çavuşun kendisinin kullandığı tek kişilik bir deniz uçağı ile adaya gelmesi ile başlıyor. Polis, adalılarla daha ilk tanışma anından başlayarak hep sorunlu bir ilişki kurabiliyor ve kaybolan 12 yaşındaki küçük kızla ilgili sorularına yalanlarla karşılık veriliyor hep. Film bize cevapların yalan olduğunu doğrudan söylemiyor ama çok açık imalarla (alaycı gülüşler, tuhaf bakışlar, edep dışı davranışlar, meyve ve sebzeleri ile ünlü adada hiç elma olmaması ve polise konserve yemek sunulması, toplu halde söylenen erotik şarkılar ve anlamsız cevaplar başta olmak üzere) ada halkının polise, filmin hoş bir sürprizi olarak ne olduğunu finalde anlayacağımız, bir oyun oynadığını söylüyor seyirciye. Bu oyunu ilginç kılan en önemli unsurlardan biri ise gördüğü ve duyduğu ahlaksızlıklar karşısında dehşete kapılan polis memurunun dindarlığı ve muhafazakârlığı. Yatmadan önce dua eden, kiliseye içten bir bağlılığı olan ve evlenmeden önce cinsel ilişkiye karşı olan çavuş, aşağıda anılan “Willow’s Song” sahnesinde ecel terleri dökmesine neden olan bir sınavla karşı karşıya kalıyor inançları yüzünden.
Adalıların polise oynadığı oyunu doğrularcasına, oyunbaz bir film bu ve çekimlerine de yansımış bu havası. Örneğin jenerikte filmin kurgusal karakterlerine ve aslında var olmayan adanın halkına çekimlerde sağladığı katkılar için teşekkür ediliyor! Yönetmen Hardy de çekimler başladıktan epey sonra, Paul Giovanni’nin şarkılarını bolca kullanacağı filminin bir “müzikal” olacağını söyleyivermiş oyunculara ve teknik ekibe hiç beklemedikleri bir şekilde. Bugün için sıradan sayılabilecek görüntüleri nedeni ile Birleşik Krallık’ta ilk gösterime çıktığında X derecelendirmesi (o tarihler için aşırı sert görüntüler ve/veya cinsellik sahneleri içerdiği düşünülmüş filmin ama 2002’de derecelendirme 15 yaş sınırına çekilmiş) alan film, oyunun en büyüğünü ise polis memuru çavuş Howie’ye (Edward Woodward) ve bize oynuyor kuşkusuz. Adanın yöneticisi konumundaki Lord Summerisle (Christopher Lee) ise büyükbabasından babasına ve sonra da ona geçen liderliği ile bu oyunu tasarlayan ve tüm adalıları da parçası yapan kişi.
1940’larda girdiği sinemada farklı ses tonunun da katkısı ile korku türü filmlerin en önemli isimlerinden biri olan Christopher Lee’nin daha farklı bir karakteri, yine benzer türde ama fantezi boyutu sınırlı bir rolü canlandırma isteği ile Anthony Shaffer ile başlattığı iş birliğinin sonucu olan yapıt Lee tarafından “oynadığı en iyi film” olarak tanınlanmış. Edward Woodward da benzer bir şekilde, en sevdiği filmlerden biri olarak nitelediği yapıttaki rolünü “en iyi rolüm”ifadesi ile hatırlamış hep. Filmin özellikle İngiltere’de günümüze kadar sarkan hayli yaygın bir etkisi olmuş. Örneğin İngiliz The Guardian gazetesi 2010’da filmi tüm zamanların en iyi dördüncü korku filmi olarak seçerken, yine İngiltere’den Total Film dergisi 2004’te yayınladığı listede tüm zamanların en iyi 6. Britanya filmi olarak listelemiş bu yapıtı. 2012’de Londra’da düzenlenen Yaz Olimpiyatı’nın açılış töreninde filmin final sahnesine göndermede bulunulmasını da eklersek bu örneklerin arasına, yapıtın Birleşik Krallık sinema tarihinde önemli bir yeri olduğunu kanıtlamış oluruz herhalde. Bu önemi, filmin devam ve tekrar yapım örneklerini de doğurmuş doğal olarak: Shaffer 1989’da öyküyü farklı bir şekilde anlatan yeni bir senaryo yazsa da bir filme dönüşmemiş bu çalışması ama Amerikan sineması 2006’da Neil LaBute’un yönetiminde ve aynı isimle tekrar çekmiş filmi; ne var ki oldukça başarısız bir sonuç çıkmış ortaya. Robin Hardy’nin kendisi ise 2011’de “spiritual successor” denen ve bir sanat eserini bir devam veya yeniden yapım olarak değil ama orjinalinin ruhuna sadık kalarak yeniden üretmek anlamına gelen türe yerleştirebileceğimiz bir film çekmiş: “The Wicker Tree”. Filmin tiyatro sahnesine ve radyoya da uyarlandığını da ekleyelim bu notlara etkisini anlatabilmek adına.
Tıpkı bir müzikalde olduğu gibi karakterler tarafından (bazı şarkıları oyuncuların kendileri seslendirirken, bazılarında oyuncunun yerine başka bir isim üstlenmiş bu rolü) bir sahnenin parçası olarak seslendiriliyor soundtrack’te yer alan 13 melodi. Bunlardan bir Paul Giovanni bestesi olan “Willow’s Song” hayli popüler oldu ve aralarında İngiliz rock grubu The Mock Turtles’ın da olduğu farklı sanatçılar tarafından yeniden yorumlandı. Britt Ekland’ın canlandırdığı Willow adındaki genç kadının yan odadaki polis memurunu baştan çıkarmak için söylediği erotik şarkıyı Rachel Verney’den dinlediğimiz ve filmin en bilinen sahnelerinden biri olan bu bölümün ilginç bir yanı da var: Belki de Ekland’ın sinemadaki en bilinen sahnelerinden biri olarak hatırlanıyor bu bölüm ama çıplak görüntüler ona değil, bir dublöre ait ve şarkıyı seslendiren de o değil. Böylece bir bölümünde başkasının oynadığı ve klasikleşen şarkıyı da kendisinin söylemediği bir sahne ile sinema tarihinde yerini almış Ekland!
Çavuşun karşılaştığı tüm tuhaflıklara ve engellemelere rağmen araştırmalarını normalden uzun bir süre tek başına yürütmesinin senaryonun bir ihmali olarak görebileceğimiz yapıtın finalinde, otoriteyi temsil eden kişinin finaldeki akıbetinin yanı sıra, tuzağa düştüğündeki kıyafeti iktidar kavramına alaycı bir bakış olarak değerlendirilebilir. Öykü boyunca adım adım inşa edilen gerilim tam da 1970’ler tarzındaki kamera tercihlerinin etkileyiciliğini daha da artırdığı finalde zirvesine ulaşıyor ve bu son yaklaşık 10 dakikalık bölümde görsel unsurlar kadar, işitsel olanları da ustaca kullanıyor film.
Korku türünün usta ismi Christopher Lee öncekiler ile kıyaslandığında, ayakları daha yere basan rolünün hakkını veriyor ama alıştığımız kadar öne çık(a)mıyor performansı ile; bunda asıl olarak, onun yer aldığı çeşitli sahnelerin, oyuncuyu mutsuz edecek ölçüde, kesilmiş olmasının payı var kuşkusuz. Britt Ekland ve öğretmen rolündeki Diane Cilento karakterlerini gerçek kılmayı başarırken, asıl kendisini gösteren Edward Woodward oluyor. Çavuşun sorgulamalarını, şaşkınlığını, tereddütlerini ve mücadelesini abartı ile doğallık arasındaki çizgiyi hiç aşmadan ve karakterini güçlü bir biçimde resmederek canlandırıyor. Bu arada tüm yardımcı rollerin sahiplerinin başarısını da anmak gerekiyor; irili ufaklı rollerdeki tüm bu oyuncular tıpkı öykünün odağındaki oyunun bir “takım oyunu” olması gibi, keyif veren bir takım performansı veriyorlar takdiri hak eden bir şekilde.
Anthony Shaffer ve Robin Hardy öykü üzerinde çalışırlarken esin kaynaklarından biri İskoç antropolog James Frazer’ın 1890 tarihli “The Golden Bough” (bizde “Altın Dal” adı ile yayımlandı) adlı kitabı olmuş. Mitoloji ve din üzerine karşılaştırmalı bir çalışma olan bu eser ilk yayımlandığında Britanya kamoyunda tepki almış; bu tepkinin temel nedeni ise İsa’nın dirilişi ve onun “Tanrı’nın kuzusu” olarak nitelenmesine agnostik bir açıdan yaklaştığı yolundaki eleştiriler olmuş. Yazar kitabının daha sonraki baskılarında bu konuda revizyona gitmiş bu yüzden; ama Frazer’ın etkisi filmin öyküsünde yerini korumuş. Hristiyanlıktaki “Diriliş” inanışı ile öyküdeki adalıların “reenkarnasyon” inançları veya pagan ritüelleri ile (bir ateş etrafında halka yapacak şekilde bir araya gelen çıplak kadınların dans etmesi örneğin) Hristiyanlıktakiler (İsa’nın kanını temsil eden şarap ve bedenini temsil eden ekmekle yapılan efkaristiya ayini) bir tartışmanın ve karşılaştırmanın konusu oluyor. Christopher Lee’nin çavuşun pagan inanışlara verdiği tepkiyi “İsa da bir hayalet tarafından hamile bırakılan bir bakirenin oğluydu galiba” ifadesi ile cevaplaması ve finalde ada halkının toplu halde seslendirdiği folk şarkısına (“Sumer Is Icumen In” (Yaz geldi) adlı şarkının kökeni on üçüncü yüzyıla kadar uzanıyor) çavuşun bir Hristiyanlık ilahisi ile karşılık vermesini de ekleyebiliriz bu örneklere. Burada filmin sadece Hristiyanlığa değil, genel olarak tüm inançlara eleştiri getirdiğini söylemek mümkün; sonuçta filmin “kötü”leri paganlar, çavuş ise inançlarına kolayca karşı çıkılabilen bir aciz Hristiyan konumunda. Harry Waxman’ın görüntülerinin de çekici unsurları arasında yer aldığı yapıt, 1970’lerin kült Birleşik Krallık filmlerinden biri ve efektlerden değil, hikâyesinden ve bunu “ham” bir şekilde ele almasından aldığı destekle, görülmesi gereken bir çalışma.
(“Gizemli Ada”)