“Olsun, olsun. Siz kirleteceksiniz, biz temizleyeceğiz. İşimiz bu”
Biri kendisini terk eden kocasını bulmaya çalışan, diğeri bir ev alma hayali kuran ve her ikisi de evlere temizliğe giden iki kadının hikâyesi.
Ahu Öztürk’ün yazdığı ve yönettiği bir Türkiye yapımı. Yönetmenin 2010 tarihli “Kars Öyküleri” adlı çok yönetmenli filmden sonra çektiği bu ilk ve şimdilik son filmi İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde en iyi film seçilmiş ve aldığı ödül eleştirmenleri ikiye bölmüştü. Başrollerdeki Asiye Dinçsoy ve Nazan Kesal’ın İstanbul’un varoşlarında yaşayıp şehrin mutena semtlerindeki evlere temizliğe giden iki kadını başarı ile canlandırdıkları film kadın olmanın, Kürt olmanın ve yoksul olmanın sonuçlarını bazen bir arada bazen tek tek karşımıza getirirken belli bir etkileyiciliği yakalıyor. Filmin kazandığı ödül “etnik kimlik” hikâyeleri ve “festival filmleri” tartışmasını -yeniden- gündeme sokarken, bir ilk filmin tüm heyecanını ve kimi kusurlarını birlikte barındıran çalışma son dönem sinemamızın kesinlikle ilgiyi hak eden çalışmalarından biri.
İstanbul’da ödülü kazanan film, Ankara’da ve SİYAD’ın ödüllerinde ise birinciliği Senem Tüzen’in “Ana Yurdu” adlı çalışmasına kaptırmıştı. Özellikle İstanbul’daki ödül, etnik odaklı filmlerin nerede ise sinema değerinden bağımsız olarak peşinen desteklendiğini iddia eden ve sinema sanatı açısından bundan rahatsız olanların itirazına yol açmıştı. Bir parça haklılık payı var bu itirazda ama Ahu Öztürk’ün hikâyesinin etnik kimliği sömürdüğünü söylemek büyük bir haksızlık. Evet, hikâyenin iki baş karakteri Kürt kimliğine sahip ve bu kimlikleri üzerinden günlük hayatın içindeki “sıradan ırkçılık”la karşı karşıya kaldıklarını gösteren sahneler var filmde ama kesinlikle etnik eksenli bir film değil bu. Kaldı ki öyle olsaydı bile, bir konuyu kendisine mesele edinmek o meseleyi belli bir sinema duygusu ile ele aldığınız ve sömürmek yerine ondan beslenip onu zenginleştirdiğiniz sürece takdir edilmesi gereken bir tercih. Elbette karakterlerin etnik kökenli olması değil eleştirilerin konusu; itiraz konusu genellikle meselesini yeterince yaratıcı bir biçimde ele alamaması ve özgün bir dil yakalanamamış olması.
Ahu Öztürk “Teyzeme” ithafı ile başlattığı filmin İstanbul’da ödül kazandığı gece yaptığı konuşmada “Ben ödülü, Şırnak’ta çocuklarının ölüsünü buzdolabında saklayan annelerden, yurt dışında çocuğuyla vedalaşıp burada tekrar cezaevine gelen sevgili Meral Camcı’ya uzanan o yol adına alıyorum. Savaşlar kadınları ve önce çocukları vuracaksa, barışı da kadınlar kuracak” demişti. Bu sözlerin de doğruladığı gibi, erkek karakterler -varlıkları ve yoklukları ile- hikâyede bir yer tutuyor olsa da, bir kadın filmi “Toz Bezi”: İki temizlikçi kadın, onlardan birinin küçük kızı ve kadınların temizliğe gittiği evlerdeki “Beyaz Türk” kadınlar Ahu Öztürk’ün hikâyesinin asıl eksenini oluşturuyorlar. Nesrin ve Hatun adındaki temizlikçilerin kadın ve yoksul olarak yaşadıkları sıkıntılar filmin asıl meselesi olurken, Kürt olmak daha çok günlük hayat içindeki ırkçı yaklaşımların uzantısı olarak yer almış hikâyede. Böyle olunca, yönetmenin ödül konuşmasında ister istemez hikâyenin etnik özelliğini çok da ilişkili olmayan bir şekilde öne çıkaran sözleri tercih etmesi çok doğru olmamış görünüyor. O konuşmanın içeriğindeki kesinlikle doğru olan saptamalardan bağımsız olarak yapıyorum eleştiriyi; çünkü yine İstanbul’da ödül alan senaryonun ima ettiğinin aksine, ülkede Kürt kadınlar ve bir de Beyaz Türk kadınlar yok ve anlatılan hikâye de bir Kürt ve Türk zıtlığını değil, her ne kadar yeterince vurgulanmasa da bir sınıf meselesini getiriyor karşımıza. Burada ikisinin hikâyesini izlediğimiz yoksul temizlikçi kadınlar sadece Kürt değil bu coğrafyada ve sinemamızın “ideoloji”lerden özenle uzak durarak, bir şekilde apolitik bir duruşu seçme eğilimlerinin örneği oluyor tam da bu nedenle Öztürk’ün çalışması.
Öztürk sık sık el kamerasını kullanmayı tercih etmiş ve özellikle dış çekimlerde bu sayede doğru bir gerçekçilik duygusunun ve hikâyenin tedirgin karakterlerinin ruh hâlinin yakalanmasını sağlamış. Ne var ki bu tercihe, hikâyenin böyle bir iddiası olmasa da, zoraki bir dokümantasyon havası yaratacak şekilde gerekmeyen anlarda da sıkça başvurulması işte o “festival filmi” yanlışlığının örneklerinden biri oluyor. Öztürk’ün ödüllü senaryosu hikâyenin genel kurgusu olarak oldukça başarılı ve derdini anlatmak için doğru tasarlanmış ama bazı karakterlerin, özellikle de temizliğe gidilen evlerdeki kadın karakterlerin çizilmesinde bir parça kolaycılığa, belki de daha doğru bir deyişle kalıplara kapılmaktan kurtulamamış görünüyor senaryo. Çok daha derin çizilmeli ve çok daha orijinal olmalıymış bu karakterler ve yer verildikleri sahneler kolayca tahmin edilebilir olmamalıymış. Örneğin Serra Yılmaz’ın canlandırdığı karakterin evindeki “Hiç Kürt demezsin” bölümü içerik olarak doğru ve etkileyici olsa da, oyunculuklardan mizansene fazlası ile planlanmış görünen bir havaya sahip. Aslında başka sahnelerde de kendisini gösteren bu durum Öztürk’ün filminin zayıf yanlarından biri; bir eksiklik ve zorlanmışlık duygusu kendisini hissettiriyor zaman zaman.
Ev sahipleri kadınların genellikle olumsuzluklarla resmedildiği film kadın dayanışmasını iki temizlikçi üzerinden kurmayı tercih ediyor. Oysa evine temizlikçi çağıran ama kendisi de ev dışındaki bir iş dünyasında farklı şekillerde de olsa sömürülen pek çok kadın var. Dolayısı ile filmin temizleten ve temizleyeni karşıt taraflara koyması fazlası ie kolaycı bir çatışma yaratıyor Bu sorunu bir yana bırakırsak, iki kadın arasında zaman zaman gerginleşen ilişki oldukça iyi anlatılmış ve gerçekten de o iki insanın yaşadığına ve bu şekilde yaşadığına sizi ikna edici güzellikte. Final de -anlamsız uzunluktaki gece yürüyüşü dışında- bu dayanışmanın çok iyi bir sembolü oluyor ve umutları ayakta tutuyor.
Filmin en önemli artılarından biri sıradan ve çoğunlukla hikâyeleri anlatılmaya değer bulunmayan insanlardan ikisini ana karakteri yapması. Ticarî sinemanın yeterince cazibe içermediği için ilgi göstermeye değer bulmadığı bir sınıftaki insanların dürüst bir dil ile yazılmış ve sağlam gözlemlerin sonucu olduğu açık sahnelerle seyircinin karşısına çıkarılması kuşkusuz takdiri hak eden bir seçim. Öztürk iki ayrı sahne aracılığı ile Nesrin karakterinin “yok oluşunu” hikâyenin tümüne yayılamamış bir güzellikte anlatıyor örneğin. İlkinde Nesrin ve kızı battaniyenin altına saklanarak oyun oynarken, çocuktan sürekli olarak tekrarladığı “Biz kaybolduk” cümlesini duyuyoruz; finale doğru olan ikinci sahnede ise Hatun ve kendi kızı birlikte pazara giderken Nesrin arkalarından bakıyor ve ses yavaş yavaş kesilirken Nesrin de kendi dünyasına sığınıyor bir bakıma.
Nesrin rolünde Asiye Dinçsoy’un, Hatun rolünde ise Nazan Kesal’ın karakterlerini oldukça sağlam ve doğal bir oyunculukla canlandırdıkları filmde oyuncular iki karakterin yaşadıkları zorluklarla baş etmek için seçtikleri farklı yolları inandırıcı kılıyorlar. Erkeklerin varlıkları ile de yoklukları ile de hayatlarını zorlaştırdığı iki kadının, aslında tüm kadınların bu hikâyesini zenginleştiren iki oyuncunun varlığı ile önemi ve değeri artan, görülmesi gerekli bir Türkiye yapımı bu özetle.