“Parası olan herkese patlayıcı satıyorum; aynen sizin Amerikan hükümetinizin yaptığı gibi?”
FBI’ın Amerika’da eylemlere girişen radikal islamcı bir örgütle ilişkisi olan müslüman bir Amerikan vatandaşının peşine düşmesinin hikâyesi.
Amerikalıların 11 Eylül’den sonra iyice depreşen İslamcı terör paranoyasının Hollywood’a yansımalarından bir örnek. Güçlü oyuncu kadrosu ve işbilir Amerikan sinemasının alamet-i farikası tıkır tıkır işleyen anlatımı ile dikkat çeken film politik içeriği açısından da tipik Amerikan olmaktan kendisini alamayan bir çalışma; göz kırpılan bir politik doğruculuk eşliğinde Amerikan değerlerine ve bu değerleri koruyan kurumlara aralıksız dizilen övgü.
Jeffrey Nachmanoff’un yönettiği filmin senaryosunu yönetmen, Steve Martin ile birlikte yazdığı orijinal bir hikâyeye dayanarak yazmış. Ortaya çıkan ise benzer konulara dayanan hikâyelerden çok da farklı değil açıkçası. Ne kahramanımızın “gerçek” kişiliği amaçlananın aksine şaşırtıyor seyredeni (çünkü fazlası ile belli ediyor kendini bu açıdan film) ne de olan bitenin iki tarafına eşit yaklaşmayı becerebiliyor bu eser. Hikâye akışının aksine nerede ise tamamen Amerikalıların gözünden anlatılıyor bu filmde ve “teröristlerin” gözünden ne olup bittiğini ve neden böyle olduğunu anlatmak gibi bir telaşı da yok filmin. Arada sarfedilen birkaç cümle ise sadece politik doğrucu görünmek için sarfedilmiş gibi duruyor. Klişelerden geçilmiyor (takiye yapan terörist liderin gençleri ölüme yollamaktan hiç rahatsız olmaması, bütün teröristlerin karakter olmaktan çok bir tiplemenin örneği olması vs.) filmde hikâye boyunca.
Guy Pearce ve Don Cheadle gibi iki güçlü oyuncuyu kadrosunda barındıran film ne yazık ki hikâyesi ile onların bu güçlerini sergilemelerine yeterince izin vermiyor. Finaldeki yüzleşme ve “büyük” havalara sahip karşılıklı konuşmalar ise kesinlikle bir gerilim katamıyor filme. Oysa filmin yaratıcıları bir kedi-fare veya av-avcı hikâyesinin iki güçlü tarafını daha akıllıca yüzleştirmeyi başarabilseydi, ortaya etkileyici bir sonuç çıkardı ama karşımızdaki kesinlikle bu sonuçlardan değil. Herkesten gizli olan operasyonun düzenleyicilerinin “iyiliği de” filmin sırıtan ve Amerikan kurumlarına açıkça dizdiği övgünün bir örneği. Gerek 11 Eylül’de, gerekse son Boston saldırısında faillerle FBI’ın kuşkulu ilişkileri düşünülünce, bu övgünün propaganda dışında bir amacının olmadığı da iyice netleşiyor. Özetle, evet sorunlar var ama bu kurumlar “bizim” değerlerimizin en büyük savunucusudur diyor hikâye. FBI elemanlarının Fransız polisini azarlamasının da filmin iyice sırıtan Amerikan yanının bir örneği olduğunu ekleyelim buna. Senaryo teröristlerin en büyük hedefi olarak Amerikan halkına terörün “gerçek” olduğunu ve bundan kaçamayacaklarını kanıtlamak olduğunu söylüyor ama filmin yaratıcıları da tam da bunu yapıyor zaten; terör ve teröristlerin gerçek olduğunu ve CIA, FBI gibi kurumların ne denli önemli ve gerekli olduğunu vurgulayıp duruyor hikâye boyunca senaryo.
Dolu bir hikâye gibi başlayıp özellikle ikinci yarısında aksiyon sevenlere kucak açan bir biçim ve içeriğe kavuşan filmin teknik yanına, başarılı müziğine veya hayli akıcı anlatımına diyecek bir söz yok elbette. Yine de keşke hikâye kahramana kendisini sorgulattığı kadar sıradan bir Amerikalı için farklı bir dünya demek olan Yemen’de FBI’ın ne aradığını veya bu “teröristlerin” yaptıklarını neden yaptıklarını sorgulasa ya da kahramanımızın gerçek yüzü bize finalde sunulan olmayıp, kendisi gerçekten başta gösterildiği gibi teröristlerin tarafında olsa diye düşündürtüyor. İşte o zaman gerçek bir film ile karşı karşıya olurduk ve senaryonun istediği gibi “hain” kelimesinin basit anlamları ile oyalanmayıp, insanlığa, adalete ve eşitliğe gerçekten “hainlik” edenlerin kimler olduğu üzerine düşünme şansımız olurdu.
(“Hain”)