Utanç – Atıf Yılmaz (1972)

“Gururum var çünkü benim. Gururum var benim, gururum! Düşsem de kalksam da, anladın mı? Başka da bir şeyim yok. Naylon da giysem pazen de, fark etmez. Düşsem de kalksam da, gururum var.”

Her ikisi de işçi olan ve evlenmeye hazırlanan bir erkekle kadının, kadının tecavüze uğraması ile değişen hayatlarının hikâyesi.

Ayşe Şasa’nın senaryosundan Atıf Yılmaz’ın çektiği bir film. Başrollerinde Filiz Akın ve Kadir İnanır’ın yer aldığı film, Yeşilçam kuralları ile çekilmiş bir anti-Yeşilçam çalışması havasına sahip olması ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Yılmaz’ın yavaş yavaş “kadın filmleri” yönetmeni olarak anılmaya başladığı döneme ait olan film, kadının toplumdaki yeri ile ilgili gözlemleri, zaman zaman Yeşilçam kalıplarına takılıp kalsa da gerçekçi yaklaşımı ve karamsar olmaktan çekinmemesi ile önemli bir çalışma kesinlikle. Zaman zaman 60’lı yıllardan bir Fransız filmi havasına da bürünen eser, Yalçın Tura imzalı müziği ve Çetin Tunca’nın görüntülerinin yanısıra Akın, İnanır ve Ülkü Ülker’in oyunculukları ile de görülmeyi hak ediyor.

Atıf Yılmaz’ın bu “farklı Yeşilçam filmi”nin öncelikle müziklerine değinmek gerek: Açılıştaki “Öldür Beni” isimli şarkı, “Öldür, öldür beni / Kurtar bu hayatan / Öldür, öldür beni / Kurtar Sensiz Yaşamaktan” gibi sözleri ile hayli kara bir tablo çiziyor olsa da, filmin önemli birkaç yanını birden bize göstermesi ile dikkat çekiyor. Yalçın Tura’nın bestesinin melodisi çok dokunaklı öncelikle ve filmin hikâyesi ile de hem müzik hem sözler açısından çok uyumlu. Filmin aralarında “Mühür Gözlüm”ün de bulunduğu diğer şarkıları da hayli özenle seçilmişler kesinlikle. “Bütün yollar kapandı / O an ölmek istedim / Bu umutsuz gecede / Sarhoş olmak istedim” sözleri ile “Sana Gelmek İstedim” şarkısının da gösterdiği gibi filmi içerdiği melodram ile erken dönem bir arabesk filmi olarak da nitelemek mümkün; ama burada karşımıza çıkan tüm içerik ve teknik kusurlarına karşın hayli kalitelisinden bir “arabesk”.

Ayşe Şasa senaryoyu yazarken sanki Yeşilçam’dan çok kopmadan bir anti-Yeşilçam hikâyesi üretmeye soyunmuş ve açıkçası bunu da çoğunlukla başarmış görünüyor. Hikâyenin kahramanlarının işçi sınıfınan seçilmiş olması takdir etmemiz gereken ilk yanı filmin. Kadının toplum içinde konumlandırıldığı yerin onun üzerinde yarattığı baskıyı ve erkeğin hissettiği tüm sevgiye karşın kadına bakışında geleneksel olandan bir türlü ayrılamamasını tüm boyutları ile getiriyor karşımıza hikâye ve çalışan, ekonomik özgürlüğü olan bir kadının bile bu sınırların içinde mahkum kaldığını söylüyor. Kadının kendisine aşık olan iki erkeğin bakışları açısından nasıl görüldüğü ve kadının bunlara nasıl tepki verdiği de hikâyenin meselesini anlamak için iyi bir fırsat sağlıyor. Uzun süredir evlenmeye hazırlandığı ama bu işi geleneksel yollarla (başlık parası, bir salonda büyük bir düğün vs.) yapmakta kararlı olduğu için kendisini bekletip duran adamın “Naylon geceliği kadınlar giyer” sözü hayli ilginç bir cümle örneğin ve bir geleneksel bakışın da özeti. Kadınları naylon gecelik giyenler (kötü kadınlar, başka bir şekilde söyleyecek olursak) ve pazen gecelik giyenler diye ayıran bir adam bu ve naylon gecelik giyen bir “düşmüş” kadınla -her ne kadar doğrudan gösterilmese de- fizikseli de kapsayan bir yakınlığı (dostluk ve sırdaşlığa da uzanan bir yakınlık bu) olmasının neden olduğu ikiyüzlülüğün farkında bile değil. Onun bu sözü ile başlayan kavganın sonunda, erkek teselli için dostu olan kadının yanına giderken, kadının evine koşup çeyiz sandığındaki naylon geceliği parçalamasının toplumun erkek ve kadınları koyduğu yerlerin ve onlardan beklediği davranışların göstergesi olarak çarpıcı bir yanı var. Başına gelenlerden sonra “kötü yola düşen” ve dansöz olan kadına aşık bir diğer erkeğin ona “Hayalimdeki kadınsın; süt içiyorsun, pazen gecelik giyorsun, hanım hanımcık bir ev kadınısın aslında” sözleri ile yaklaşmasını da yine aynı bağlam içinde değerlendirebiliriz. “Dansöz olmasan seninle evlenirim” bakışının sonucu olan bu sözler diğer erkeğinkinden hiç farklı değil elbette. Her iki erkeğin de -birininki trajik bir sona neden olan bir şekilde- kadına karşı şiddete başvurmasını da yine bu ortaklığın/aynılığın parçası olarak görmek gerekiyor.

Filmin mekanlar ile hikâyeyi hayli uyumlu biçimde kullanması dikkat çekiyor. Haliç kıyılarından fabrikaların olduğu bölgelere Beyoğlu’nun arka yakalarından Galata Kulesi’ne her çekim mekânı özenle ve çok doğru bir şekilde seçilmiş. Hem 70’li yılların başlarında süratle artan çarpık kentleşmeyi hem şehrin karanlık yüzünü hem de gecekondularında ve köylü kalmakla şehirli olmak arasında sıkışıp kalan insanların yaşadığı ortamları çok iyi hissettiriyor bize Çetin Tunca’nın kamerasından çıkan görüntüler. Atıf Yılmaz da mizanseni filmin hüzünlü, trajik ve kırılgan havasını hep destekler biçimde oluşturmuş. Tüm bir final bölümünün de aralarında olduğu epey etkili anları var filmin. İki âşığın buldukları bir plastik topla oynadığı sahne Yalçın Tura’nın müziğinin de katkısı ile adeta hoş bir Fransız filminden bir bölüm gibi duruyor örneğin. Bu sahnenin sonunda ikilinin, parkta sevişen bir çiftle karşılaşmaları ve sonrasında verdikleri reaksiyon da benzer bir havayı taşırken, filmi birden Yeşilçam’ın tam dışına itiveriyor. Kendisine isim olarak “utanç” kadar “gurur”un da seçilmesinin doğru olacağı filmde Akın ve İnanır’ın canlandırdığı karakterlerin, uzun bir aradan sonra karşılaştıklarında yan yana durdukları, sessizce yürüdükleri ve sonra oturup çay içtikleri ve ardından birinin elinin diğerinin omuzuna atıldığı bir sahne var ki filmi tek başına bile görülmeye değer kılıyor. Bu sahnenin “kötü” tarafı ise filmin kusurlarından birini ortaya çıkarması: Diyaloglara zaman zaman gereğinden fazla yükleniyor film Yeşilçam geleneğine uygun bir şekilde; oysa işte örneğin bu sahne en azından bu film ve bu hikâye için bunun ne kadar yanlış olduğunu nerede ise bağırarak söylüyor bize.

Filmin başka ve bazıları hayli önemli, kusurları da var elbette. Örneğin her mesai bitimi sonrasında fabrikanın paydos düdüğünü ısrarla duyuruyor bize Atıf Yılmaz ve bir öğenin dozunun abartıldığında nasıl rahatsız edici olabileceğini gösteriyor. Dönemin standartları gereği sessiz çekilen filmde nerede ise hiç ses efekti olmaması ve hikâyenin oldukça önemli bir kısmında karakterlerin konuşmaları dışında bir ses duymamamız da epey problemli bir durum çünkü gerçekçiliğini zedeliyor filmin. Kalabalık sahnelerde ve şarkıların söylendiği anlarda ses ile görüntü arasındaki senkronizasyon da epey sorunlu, benzer bir şekilde. Akın ve İnanır ikilisinin performanslarındaki başarının hikâyenin bazı anlarında senaryoya rağmen olduğunu da söylemek gerekiyor. Neyse ki bu anlardaki kimi yanlış diyaloglar hikâyenin tümüne yayılmamış. Normalde içki içen kadının pavyon şarkıcısı olan kadınla ikili sahnesinde son anda içmekten vazgeçmesi -belki film bu amacı taşıyor olmasa da- sanki onunla diğer kadın arasındaki farkı vurguluyor bize ve bu da doğal olarak filmin tüm derdine ters düşen bir durum yaratıyor. Her ikisi de toplum kurallarının ve geleneklerin kendilerine biçtiği rollerin içinde kalan iki karakterin bu rolleri hiç sorgulamadan kabullenmeleri belki filmin melodramı açısından doğru görünüyor ama açıkçası bir parça fazla ileri giden bir aczi işaret ediyor bu tercih filmin yaratıcıları açısından.

Ağzından filmin en çarpıcı sözlerinden birini (“Sevgi de kurtarmıyorsa insanı…”) duyduğumuz Ülkü Ülker’in iki başoyuncuya başarı ile eşlik ettiği filmin kısa bir ânını da anmak gerekiyor neden anti-Yeşilçam nitelemesini hak ettiğini kanıtlamak için: Filiz Akın uzun bir aradan sonra, daha önce çalıştığı fabrikanın önüne geldiğinde, eskiden beraber çalıştığı bir kadınla karşılaşır. Kadın hâlâ aynı fabrikada çalışmaktadır, evlenmiştir ve hamiledir; bir yandan Akın’a onun hiç değişmediğini söylerken diğer yandan elini kendi karnına götürerek ve yüzünde kabullenilmiş bir mutsuzluk ifadesi ile kendi durumunu özetler. Bu sahne ile sesini hiç yükseltmeden çok şey söylüyor film ve görülmeyi neden hak ettiğini anlatıyor bize bir kez daha.

(Visited 1.404 times, 10 visits today)

“Utanç – Atıf Yılmaz (1972)” için 4 yorum

    1. Teşekkür ederim. Bir film -tüm sanat eserleri gibi-, yaratıcısının elinden çıktıktan sonra seyircisine aittir ve o ne hisseder ve ne algılarsa, film de odur. Sizin için bir düş, başkası için gerçek olabilir o sahne. İyi filmli günler diliyorum.

  1. Merhaba,
    Mükemmel yorum.Film,’isyankar’ olmamasına karşın çok iyi.Yine de o dönemin teknik olanaksızlıklarını ve sansür kurumunu göz ardı etmemek gerekir.”Olur böyle vakalar,Türk polisi yakalar” deyişi sinemamızın bizlere bir armağanıdır.
    O dönemde,her ne kadar zaman zaman populizme göz kırpsa da, oldukça cesur ve övgüye değer çalışmalar var bence.Bunların en iyilerinden biri de Gurbet Kuşları.
    Filiz Akın çok iyi bir oyuncu olabilirdi diye düşünüyorum.Galiba evliliği O’nu geriye götürdü.
    Selamlar,sevgiler.

    1. Gurbet Kuşları benim de sevdiğim ve önemli bulduğum bir filmdir. Katkınız için teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir