Wet Sand – Elene Naveriani (2021)

“Cennette, cehennemde veya saklanmamızın gerekmeyeceği bir yerde yeniden buluşacağız”

Gürcistan’da, Karadeniz kıyısındaki küçük bir kasabaya dedesinin intihar etmesi üzerine gelen bir genç kadının karşılaştığı sırlar, ikiyüzlülükler ve bastırılmaya zorlanan duyguların hikâyesi.

Senaryosunu Sandro Naveriani ve yönetmenliği de üstlenen kardeşi Elene Naveriani’nin yazdığı, İsviçre ve Gürcistan ortak yapımı bir film. Levan Akin’in 2019’da çektiği ve Gürcistan’da LGBTİ’lerin üzerlerindeki baskıları konu edinen “And Then We Danced”den sonra benzer temalara el atan bu film Locarno’da Altın Leopar için yarışmış. Küçük kasaba ortamlarının tüm o sıcak ve sade yaşam görüntüsünün altında nasıl baskıcı bir toplumsal yapıyı barındırabildiğini gösteriyor film temel olarak ve bunu anlattığı hikâyeye inanarak yapması ile dikkat çekiyor. Senaryonun, özellikle son bölümlerinde baskının şiddetini daha güçlü hissettirmek için, gerçekçiliği olumsuz yönde etkileyen gelişmelere sahip olması gibi bir problemi olsa da, dünyanın özgürlükler bağlamında aslında pek de ilerle(ye)mediğini göstermesi ve insanın kendi kimliğini, varlığını ve arzularını yok sayarak / gizleyerek yaşamak zorunda bırakılmasının ne kadar büyük bir zulüm olduğunu hatırlatması ile önemli, yalın dili ve seyirciye de adeta durup düşünmesini söyleyen sakin sineması ile ilgiyi hak eden bir yapıt.

Gürcistan kilisenin ve onun bağnaz bakışının baskın, homofobinin ise yaygın olduğu bir ülke. “And Then We Danced” milliyetçilerin ve kilisenin protestosu ve hatta sinema salonunu basma girişimleri nedeni ile polis koruması altında gösterilebilmişti ülkede. Elene Naveriani’nin Levan Akin’in cüretkârlık açısından izinden giden filmi LGBTİ’lerin baskı altında ve kimliklerini gizleyerek yaşamak zorunda kaldığı bir toplumun nasıl dehşetli sonuçlar yaratabileceğine odaklanıyor hikâyesi ile. Yıllarca saklanan, saklanmak zorunda kalınan bir aşkın insan ruhunda nasıl bir yük yaratabileceğini, konuya en uzak düşenlerin bile anlamasını sağlayacak bir olayla başlıyor hikâye. Orta yaşın sonlarındaki bir adamı iki kişilik yemek için hazırlanmış bir masanın başında otururken görüyoruz. Önündeki ve sonradan mektup olduğunu anlayacağımız bir kağıda bir şeyler yazmaktadır. Sonra bu kağıdı etrafına sardığı bir şarap şişesini paket kağıdı ve kırmızı bir kurdele kullanarak bir hediye görünümüne sokuyor. Çalan kapıyı açan adam, gelen ve kim olduğunu görmediğimiz kişiye “Neden geciktin?” diye soruyor. Burada biten sahnede gerçekleşen trajik eylemin ne oldğunu bir sonraki sahnede anlarız. Herkesin kanser olduğunu bildiği adam intihar etmiştir kendisini asarak. Onu ziyarete gelen kişinin kim olduğu, adamın kasabada neden hiç sevilmediği ve hep hüzünlü duran kafe sahibinin olan bitenle ilgisi, intihar edenin torunu olan genç kadın kasabaya geldikten sonra yavaş yavaş açılan hikâye ile ortaya çıkacaktır.

Uluslararası Homofobi Karşıtlığı Günü’ne karşı hükümetin ilan ettiği Aile Günü’nün kilise önderliğinde kutlandığı bir zamanda başlıyor hikâye. İntihar eden adamla ilgili haberleri “Şu nazik adam mı?” ve “İntihar etmiş ama öyle kolayca mezara giremez” gibi alaycı konuşmalar yaparak karşılayan kasaba halkı cesedi köpeklere yedirmekle ilgili espriler de üretiyor. Evet, her küçük kasabada göreceğimiz türden sıradan ve sevimli insanlar bunlar ama ölen kişi onlarla pek iletişim kurmayan ve hakkında hep şüpheler bulunan biridir ve intiharı kasaba halkının tüm önyargıları ve bağnazlıklarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu karakterlerin karşısına temelde dört farklı kişiyi koyuyor senaryo: Kasabadaki tek vicdanlı kişi gibi görünen ve filme de adını veren kafenin sahibi, onun yanında çalışan ve evini satıp kasabadan gitmeyi planlayan bir genç kadın, on yıl önce denize açılan ve dönmeyen oğlunu bekleyen balıkçı ve dedesinin cenazesi ile ilgilenmek için kasabaya gelen genç kadın. Bu sonuncu karakterin kısa saçlı, deri ceketli ve dövmeli hâli ve gün batarken denize çıplak girmek gibi cüretkârlıkları onu doğal olarak zıt bir karakter yapıyor o ortama; senaryonun burada bir parça alışılmışı ve önceden görülmüşlü anlatmayı seçtiğini kabul etmek gerekiyor. Yanlış değil ama yeterince güçlü ve orijinal de değil seyrettiğimiz bu açıdan.

Senaryonun aksadığını söylememiz gereken bir diğer nokta ise, özellikle filmin son üçte birlik bölümünde kasabanın gerici bakışının sonucu olan eylemler. Eğer fantezi ya da sembolizmin aracı olarak kullanılsaydı bu unsurlar anlaşılabilir olurlardı ama burada gerçekçiliği zorlamışlar açıkçası. En homofobik olan adamın aynı zamanda karısını döven birisi de olması, eşcinsel karakterlerin istatistikleri zorlayan fazlalığı, bir cenazeye yapılan zulum gibi aşırı uç örneklere yer verilmesi hikâyenin inandırıcılığını zorlamış sonuç olarak. Neyse ki bu ekstrem durumu filmin yalın dili dengeliyor. Bu yalınlıkla uyumlu olan sakinliğin ise zaman zaman filmin aleyhine işlediğini de söylemek gerekiyor. Nedense diyalogların arasında hemen hep bir boşluk ânı var gibi, öyle ki bir mektubun yazan tarafından okunduğu sahnede bile bu yaklaşım tercih edilmiş. Kuşkusuz ki gereksiz bir hızlı temponun yapaylığı ile kıyaslanacak kadar rahatsız edici değil bu durum ama yine de tüm hikâyenin hızının sanki özellikle yavaşlatılmış görünmesi ve bunun sadece konuşmalara değil, beden hareketlerine de yansımış olması filmin her zaman lehine işlememiş.

Filmin hümanizmden mutlak yana duran tavrı LGBTİ’lerin Gürcistan gibi ülkelerde karşı karşıya kaldıkları zoruluklar ve baskılar düşünüldüğünde kuşkusuz ki çok önemli ve değerli. Sevdiğini kıskanma lüksü bile olmayan (“Bizim gibi insanların kıskanabilme lüksü yoktur. Ben onu olduğu gibi sevdim”) çünkü kıskanabilmek için ön koşul olan dile getirebilme / ilan edebilme özgürlüğü kendilerine tanınmayan insanları anlatıyor film. Dolayısı ile iki âşığın yaptığı, daha doğrusu yapmak zorunda kaldıkları seçimler oldukça “anlaşılabilir” ve kasabalıların eylemlerinin aksine “doğal” görünüyor. “Her şehrin denizi olmalı ya da denizin sesi her yerden duyulmalı” diyor kasabaya gelen genç kadın; açılıştan finale kadar deniz hem görsel hem işitsel olarak hikâyede kendisini hep hissettiriyor ve adeta özgürlüğün, özgürce nefes almanın sembolü oluyor.

Kafe sahibi Amnon rolü ile Locarno’da ödül alan Gia Agumava’nın, karakterinin -zorunlu- sessiz duruşunu ve bu suskunluğun yıllar boyunca ruhuna egemen olmasını yalın bir oyunculukla canlandırdığı film öldüklerinde bile yan yana yatamayan küçük insanların sade bir şiirini yazan bir çalışma. Yönetmene filmle ilgili ilham veren, 2014’te gaz kaçağı sonucu hayatını kaybeden ve onun yine o yıl çektiği “Les Évangiles d’Anasyrma” adlı kısa filminde de oynayan transseksüel arkadaşı Bianka Shigurova’nın cenazesinde yaşananlar olmuş. Kadının yeni kimliğini ret eden resmî makamlar onu eski ismi ile gömdükleri gibi, kazılan mezar da tabutun sığamayacağı kadar küçükmüş ki bu trajikomik olayı filme de taşımış yönetmen. Ses tasarımının da özellikle ortam seslerinin kullanımı ile dikkat çektiği ve Agnesh Pakozdi’nin kamerasının karakterleri özellikle dış mekânlarda, bulundukları ortamın parçası gibi hissettiren çalışmasının göz doldurduğu film ilgi ile izlenecek bir sinema eseri.

(Visited 44 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir