Witness to Murder – Roy Rowland (1954)

“Bir şey hissediyorsan, bu hislerin mutlaka tatmin edilmeli, değil mi? Bu hislerin gerçek olup olmadığının da bir önemi yok, değil mi?”

Penceresinden karşı apartmanın dairesinde bir cinayet işlendiğini gören bir kadının polisi buna inandırmaya çabalamasının hikâyesi.

Sinemaya 30’lu yıllarda çektiği kısa komediler ile başlayan ve asıl eserlerini 40’lı ve 50’li yıllarda veren ama sinema tarihinde pek de iz bırakmayan yönetmenlerden Roy Rowland’ın 1954 tarihli bu çalışması kara film türünde bir polisiye. Alçak gönüllü yapısı, hızlı ama biraz fazla hızlı akan hikâyesi ve Stanwyck ve Sanders ikilisinin oyunları ile dikkat çeken film bir klasik olmaktan uzak olsa da kendisini rahatça seyrettiren bir eser. İkinci Dünya Savaşı’nın izlerinin henüz taze olduğu yıllarda çekildiğini, içerdiği Nazi teması ile gösteren film siyah beyaz görüntülerinin başarısı ile de dikkat çekiyor.

Bu film ile aynı tarihte çekilen Alfred Hitchcock klasiği “Rear Window – Arka Pencere” filminde olduğu gibi burada da penceresinden karşı dairedeki cinayeti gören bir kişinin hikâyesi var ama Chester Erskine’in orijinal senaryosu Hitchcock filminin derinliklerinden pek de nasibini almış görünmüyor açıkçası. Diğerinde kahramanının fiziksel bir engeli (hikâye boyunca bacağındaki alçı ile neredeyse hiç kıpırdamayan James Stewart) hikâyeye bir çekicilik katarken, buradaki kadın kahramanımız aksine fiziksel olarak epey hareketli ve her anlamda bağımsız bir profil çiziyor. Kendi başına yaşayan, başarılı bir işi olan kadının karakteri o dönem Amerikan sinemasının ortalamasına göre, evet hayli bağımsız aslında. Ne var ki kahramanımız inancında yalnız kalıp, polisin hayal gördüğünü düşünmesi ve katilin kendisini tacizi sonucunda psikiyatri kliniğine yatmaya zorlanıyor ve ancak erkek dedektifin desteği ile kendisini kurtarabiliyor. Finalde onu “uçurumun” kenarından son anda kurtaran da dedektifin kendisi oluyor. Yine de şu hakkını teslim etmek gerek ki kadın Hollywood’un alışılagelen ve erkeğine dayanarak ayakta duran veya bir erkekle ilişkisi ile var olabilen kadın karakterlerinden değil kesinlikle.

“Rear Window” hikâyesinde Hitcock’a özgü bir röntgencilik de vardı hatırlanacağı gibi ama burada böyle bir yan tema da yok. Hikâye düz ve oldukça hızlı bir şekilde akıyor. Kadının dedektif ile yakınlaşması, kadın ile katili arasındaki yüzleşme vs. çok hızlı bir şekilde gelişiyor ve senaryodaki kimi zorlamalar da (katilin kadının evden çıkacağını tahmin etmesi, cinayetin işlendiği dairenin yanındaki dairenin boş ve kapısının da açık olması gibi) inandırıcılığı zorluyor açıkçası. Buna rağmen filmi çekici kılan yanları başka alanlarda. Öncelikle hikâyenin yalınlığı dikkat çekici olan; finale de yansıyan bu sadelik seyircinin zorlanmadan filme ilgisini toplamasını sağlıyor. Stanwyck’in oyununun en parlak anlarını verdiği ve katille onun evinde yüzleştiği sahne ve tüm final de iyi çekilmiş ve gerilimin diri kalmasını sağlamış. Cinayeti gördüğü ana kadar yalnızlığının sadece fiziksel boyutu ile tanışmış olan kadının, gördüklerine kimseyi inandıramaması sonucunda inancında da yalnız kalması ile yaşadıklarının etkileyici olması da filme çekicilik katmış gibi görünüyor. 1952’de “An American in Paris – Paris’te Bir Amerikalı” filmindeki çalışması nedeni ile Alfred Gilks ile birlikte Oscar kazanan John Alton’ın o renkli filmdeki başarısını bu siyah beyaz filmde de gösterdiğini belirtelim. Kara film türüne yakışır ve kesinlikle dozunda tutulmuş ışık ve gölge kullanımı ve özellikle finaldeki kamera açıları ile görüntüler, filme yakışan havanın yaratılmasına yardımcı olmuş. Bu arada George Sanders’ın katil karakterine kattığı etkileyici havanın filmin belki de asıl gitmesi gerektiği yeri (Amerikalıların “campy” dedikleri türden bir eğlenceyi”) işaret ettiğini de belirtelim.

Eski bir Nazi olan ve “kaderimiz bu dünyaya hükmetmek” diye konuşan katilin ağzından duyduğumuz veya zayıfların yok olmasını ve toplumun yüksek idealleri için şiddetin kullanımını savunan kitabından okunan cümleler filme bir felsefi boyut kazandırmanın sonucu ve bu arada ileride savcı olmak için akşam okuluna giden dedektifimizin konuşurken Nietzsche referanslarına başvurması da bu felsefe çabasının devamı gibi. Ne var ki zayıf olan hikâyeye pek de bir entelektüellik katmıyor bu çaba. En doğrusu bu çabaya ve hikâyenin sıradan görünen yapısına boş verip, filmin görüntülerinin ve yalınlığının tadını çıkarmak sanki. Bir de şu notu düşmek gerekiyor: Kapanış jeneriğinde, psikiyatri kliniğindeki hastalardan birini oynayan Juanita Moore’un karakteri “Negress” olarak adlandırılmış. Tıpkı “Negro” gibi bugün kullanılması mümkün olmayan bu nitelendirme, Hollywood’un o dönemde Afrika asıllı Amerikalıları nasıl sınıflandırdığının da tipik ve kötü bir örneği.

(“Cinayet Tanığı”)

(Visited 79 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir