“Biz akıl ve ruh olarak yakınız, fiziksel olarak da yakın olmalıyız”
İki kız kardeşin aşık olduğu erkeklerle ilişkileri üzerinden anlatılan bir aşk ve bağlılık hikâyesi.
D. H. Lawrence’ın “Rainbow” adlı romanının da devamı olan ve ilk kez 1920 yılında basılan aynı isimli romanından yapılan bir uyarlama. Sonraları gittikçe çılgınlaşan üslubu ile daha da tanınacak olan ve televizyon için çektikleri ile film dünyasına adım atan İngiliz Ken Russell’ın bu filmi kimilerine göre kariyerinin de en iyi çalışması, ama bu kesin yargıya katılmasanız bile en iyilerinden biri olduğunu ret etmek de mümkün değil. Bugün öncelikle belki haksız ama anlaşılır bir şekilde Alan Bates ve Oliver Reed’in şöminenin önünde çıplak olarak güreştiği sahne ile hatırlanan film zamanında tam da bu sahne nedeni ile ülkemizde yasaklanmıştı. Dayandığı roman gibi bu film de başta İngiltere olmak üzere pek çok yerde sansürle boğuşmak zorunda kalmış. Karakterlerini kendi fikirlerinin biçim almış hali olarak kullanması ile bilinen Lawrence’ın hikâyedeki Rupert (Alan Bates) karakterinde kendisinden ve onun sevgilisi olan Ursula (Jennie Linden) karakteri için eşinden esinlendiği, Gerald (Oliver Reed) ve sevgilisi Gudrun (Glenda Jackson) karakteri için birbiri ile evli iki İngiliz yazar John Middleton Murry ve Katherine Mansfield’dan ilham aldığı söyleniyor bugün. Yönetmen Russell ileride dozunu epey arttıracağı çılgın üslubunun yumuşak ve kararında bir örneğini verdiği filmde güçlü oyuncularından da epey katkı alarak ortaya bugün klasik olan bir film çıkarmış. Evet, bazı açılardan kesinlikle bir parça eskimiş duruyor ve dönemindeki gibi seyirciyi “şoka uğratmayacaktır” ama Lawrence’dan gelen ve aşk, ruh, tatmin olma ve hatta sıkılma üzerine olan kimi diyalogları ile de görülmesi gerekli bir film bu.
Açılıştan başlayarak erotizmin düşünsel ve kısmen de görsel olarak hâkim olduğu bir film karşımızdaki. İki kız kardeşin evlilik ve öncesindeki tecrübenin gerekliliği konuşmalarından sınıfta öğrencilerin resmini çizdiği söğüt çiçeğine kadar pek çok öğe erotizmi karakterlerin ve seyircinin gündeminde tutuyor hikâye boyunca. Romanın temalarından biri olarak erkek cinselliği, eşcinsellik ve erkek çıplaklığı da filmde yerini almış ve özellikle dönemi için ilginç bir şekilde Bates ve Reed, Jackson ve Linden’dan daha fazla soyunmuş filmde. Elbette erotizm deyince o meşhur sahneyi hatırlamak ve tartışmak gerekiyor. Bates ve Reed’in yanan şöminenin alevleri önünde “Japon güreşi” yaptıkları o dillere destan sahne. Yönetmen Russell’ın sahne ile ilgili başta epey yaşadığı tereddüdü gideren oyuncu Alan Bates olmuş gerekliliği hakkında. İki erkek arasındaki fiziksele hiç dökülmemiş ve özellikle Rupert karakteri için daha fazla bir boyutu olan homoerotik yakınlığı olabildiğince zarif ve doğal bir şekilde yansıtmayı başarmış bu sahne ile Russell ve -neyse ki- sonraki yıllarda sıklıkla başvuracağı çılgın üslubu hayli kararında tutarak başarmış bunu. Güreş öncesi ve sonrasında iki erkeğin diyalogları Lawrence’ın kitabından gelen tadı taşıyor ve Russell’ın akıllı kamera tercihleri ve mizanseni ile adeta bir “ sevişme öncesi” ve “sevişme sonrası” havasını seyircinin karşısına getiriyor. Bu sahnedeki sıcak renkler, çalışması ile Oscar’a aday olan Billy Williams’ın filmde sık sık karşımıza çıkacak doğru tercihlerinden biri ve sahneye atmosferi açısından gerçekten çok şey katıyor. Bu bağlamda özellikle göl kenarındaki piknik sahnesinin tümünü ve sonlarda karın üzerinde adeta yıldızların parladığı sahneyi de hatırlamak gerekiyor.
Karakterlerin ait olduğu sınıflar veya Gerald karakterinin maden sahibi olarak babasının aksine işçi sınıfı ile sert olan ilişkileri hikâyede çok fazla öne çıkamamış görünüyor filmde ve bunu romana göre bir olumsuz durum olarak kabul etmek mümkün ama özellikle erkek karakterler aracılığı ile karşımıza gelen “üst sınıfın sıkılması” bir yana bırakılırsa, anlatılan hikâye sınıfsal ilişkileri çok da dert eden bir içerikte değil zaten. Temel olarak iki ayrı ilişki üzerinden, fiziksel boyutu da olan kadın erkek ilişkileri ile, -güreş sahnesini düşününce tam aksini de söylemek mümkün elbette ama- fiziksel boyutu olmayan erkekler arası ilişkiye uzanan söylemleri var filmin. İlginç bir şekilde en parlak diyaloglar iki erkek arasındaki sahnelerde yer alıyor ve diğer sahnelerde bir parça eskimiş görünen söylemler, bu sahnelerde hâlâ yeni duruyor kesinlikle. İlişkilerden biri olumlu, daha doğrusu geleneksel toplum beklentilerine uyumlu olarak olumlu sonuçlanırken, diğerinin olumsuz bir finalinin olması ve bunlardan birincisinde kadının daha geleneksel, ikincisinde ise daha özgür olması Lawrence’ın romanının ve filmin bu durumu doğrulamasından çok, bir tespit gibi görünüyor hikâyede. İşte bu ilişkiler aracılığı ile film erkek ve kadın, aslında birbirine karşı bir tutku duyan herhangi bir cinsten iki birey arasındaki çatışma, bağlılık, eşitlik vb. konular üzerinde düşünmeye davet ediyor seyircisini.
Göl kenarındaki piknik sahnesinin tümü ve bu sahnedeki dinamik kamera kullanımı veya “romantik” bir sahnede karakterleri doksan derece döndürerek göstermesi gibi kimi Ken Russell dokunuşları filme epey bir çekicilik katmış kesinlikle. Filmin çekiciliğinde aslan paylarından biri ise oyuncuların, ve özellikle performansı ile Oscar da kazanan Glenda Jackson’ın. Sanatçı 1970’li yıllarda dört kez aday olduğu ve iki kez de kazandığı Oscar ödülünü bu film ile hak etmiş kesinlikle. Özellikle de rolün alışılmış Hollywood karakterlerinden ne derece farklı olduğunu ve Russell’ın her ne kadar dizginlenmiş görünse de yönetmenliğinin oyuncuları da sıra dışı olmaya yönelttiğini düşününce bu ödül daha da değerli oluyor kuşkusuz. Jackson sevmemesi sevmesinden daha kolay olan bir karakteri sempatik kılmayı başarıyor performansı ile. Diğer üç oyuncu da kesinlikle sıkı bir oyunculuk gösterisi ile Jackson’a eşlik ediyorlar ve filme gerçek bir keyif katıyorlar.
Kadın karakterlerin erkeklerden daha güçlü veya daha doğru bir deyişle daha dışa dönük olduğu, erkeklerin (özellikle birinin) evliliğin yanında iki erkek arasındaki birliktelikten de uzak durmamalı (“evlilik ile aynı şey değil ama aynı derecede güçlü ve kutsal”) diye düşündüğü ve 1920 yılında yaşanan bu hikâye Lawrence’ın romanında zamanın ilerisinden getirdiği havayı taşımıyor elbette; filmin çekildiği yıl gerçek olmayan bu durum bugün hiç geçerli değil. Kimi yakın planları, Georges Delerue’nun müziği ve ilişkilerin çözülemeyecek olan gizemlerini hatırlatması ile de önemli olan film sadece güreş sahnesi ile hatırlanmayı hak etmeyen bir klasik. Evet, belki kaynak romanı kadar derin değil ama yine de zaman zaman kışkırtıcı olabiliyor bunca yıldan sonra.
(“Aşık Kadınlar”)