Honoré de Balzac’ın “La Comédie Humaine – İnsanlık Güldürüsü” adlı yapıtını oluşturan seksen sekiz parçadan biri. Yazarın kız kardeşi Laure Surville’in bir kısa hikâyesine dayanarak yazılan romanın girişinde, çeviriyi yapan Tahsin Yücel’in hem yazarın bu nispeten az bilinen romanının bütün eserleri içindeki yeri üzerine yazdıkları hem de onun çeviride karşılaştığı ve kelime oyunlarından kaynaklanan zorluklarla ilgili doyurucu bir giriş var. İlk bölümünde 1842 yılında bir atlı araba içinde seyahat eden yolcuların hikâyesini anlatan roman, ikinci bölümde ise aradan geçen uzun bir zamandan sonra bu yolculardan birini (“yaşamının başlangıcında olan” bir genci) odağına alarak devam ediyor anlattıklarına. Balzac’ın diğer kimi eserlerinde olduğu gibi karakterlerin bazıları diğer eserlerinde de yer almış ve bu bağlamda onun “İnsanlık Güldürüsü” külliyatının kendi içinde birbirini tamamlayan eserlerden oluşması özelliğini paylaşıyor bu kitap da. Buna rağmen diğer eserler gibi bu roman da kendi başına okunabilecek bir özellikte elbette.
“Coucou – Kuku” denilen bir atlı araba ile birlikte yolculuk eden ve her biri bir şekilde bir sırrı olan ve diğerlerine yalan söylemekten çekinmeyen (hatta bazen bunu bir oyuna dönüştürerek zevk alan) karakterlerin hikâyesine tanık olduğumuz ilk bölüm içerdiği gizem (bizim için değil ama yolcuların tümü için) ve mizah tonu ile de hayli etkileyici ve bir klasik okuduğunuzu her satırında hissettiren bir güzellikte. Bir şekilde birbirleri ile kesişen hikâyeleri olan karakterleri uzun uzun ve etkileyici bir şekilde tanıtıyor ve hikâyelerini bağlıyor birbirine Balzac. Girişte uzun uzun atlı arabaları, tarihçelerini ve Fransa için anlamlarını anlatan romanın bu tercihinin bugünün “hızlı okumak” isteyen okurlarına “yorucu ve gereksiz” gelebileceği açık ama kitabın yolculuğu ve hemen sonrasında yaşananları anlatan ilk bölümünü bitirdiğinizde bunun gerekliliğini anlıyorsunuz. Bu “klasik” girişten sonra tüm yolculuk bölümü zengin dili, heyecanı ve mizahı ile yorgunluğu alıyor. Genç kahramanının hayatta tutunma çabasını anlatan ikinci bölüm de benzer şekilde akıcı dili ile kendisini ilgi ile okutuyor kesinlikle. Özetle, “klasik” diyerek okumaktan kaçınmamak gerekiyor bu romanı.
Bir anlatıcının ağzından anlatılır gibi yazılan kitapta anlatıcı (Balzac) birkaç kez araya girip doğrudan hitap ediyor okuyucuya ve hayli yargılayıcı bir tavırla yapıyor bunu üstelik. Bu bölümler Balzac’ın bugün için hayli ters görünebilecek yargılarına sahip. Örneğin bu tür ilk araya girişte genç yaştaki bir karakterin sadece tinsel olarak acı çekmesinin yeterli olmadığı, bedensel bir cezanın buna eklenmesinin gerekliliğini vurguluyor ona verilen dersin anlamlı olması için. Dönem Fransa’sının farklı sınıflarından karakterler kullanan, sınıf farklarının neden olduğu çatışmaları sık sık dile getiren ve ülkenin o yıllardaki toplumsal karmaşasına da arka planda ustalıkla yer veren ve Balzac’ın bizde pek bilinmeyen bu kitabının Türkçedeki ilk yayımının 2001 yılında yapılmış olması ise üzerinde ciddi olarak durulması gereken bir kültürel sorun kuşkusuz.
(“Un Début Dans La vie”)