Yatık Emine – Ömer Kavur (1975)

“Adın kötüye çıkmış bir defa. Bu insanlar sana acımayacaklar, iş vermeyecekler, aralarına almayacaklar ve her fırsatta seni ezmek isteyecekler”

Adı kötüye çıkan bir kadının, sürgüne gönderildiği bir Anadolu kasabasında dışlanması ve aşağılanması ile gelişen olayların hikâyesi.

Refik Halit Karay’ın ilk basımı 1919’da yapılan, 1947’de yazarın kendi hazırladığı eklemeler ve değişikliklerle yeni basımı gerçekleştirilen “Memleket Hikâyeleri” adlı kitapta yer alan aynı adlı öyküden uyarlanan bir Türkiye yapımı. Senaryosunu Ömer Kavur ve Turgut Özakman’ın yazdığı, yönetmenliğini Kavur’un yaptığı ve onun ilk yönetmenlik çalışması olan yapıt sinemamızın 1970’lerdeki kayda değer örneklerinden biri ve kaynak öyküyü hakkını veren bir şekilde değerlendirmesi ile de ilgiyi hak ediyor. Başroldeki Necla Nazır’ın performansı ile öne çıktığı filmde kadronun kalanı da işlerini hakkı ile yapıyor ve filmin Yeşilçam’ın önemli örnekleri arasına girmesini sağlıyorlar. Kavur’un dönem sinemasının abartılı melodram ve dram vurgularından uzak duran sade çalışması, öyküye ve karakterlerine dürüst yaklaşımı, sansürle de boğuşarak çalışmasını hayata kavuşturabilmesi ile görülmesi gerekli bir çalışma bu.

Film bir değil, aslında üç sürgün insanın hikâyesi: Yatık Emine (Necla Nazır) adı belirtilmeyen bir vilayet merkezinde “çeşitli hadiselere meydan veren uygunsuz takımı”ndan bir kadın olarak sürgüne gelmiştir -yine adı belirtilmeyen- bir Anadolu kasabasına. Diğer sürgün ise Server (Serdar Gökhan) adındaki genç bir adamdır ve o kasabaya sakıncalı fikirleri ve bunları çekinmeden dile getirmesi nedeni ile gönderilmiştir. Kumandan (Mahmut Hekimoğlu) ise ailesini ve İstanbul’u özleyen, bu unutulmuş Anadolu kasabasında “kaybolmuş bir çocuk” gibi hisseden genç bir adam olarak bir başka sürgündür aslında. Onların hikâyesini anlatan Refik Halit Karay’ın hayatı da sürgünler üzerine kuruluydu. Osmanlı döneminde hedef aldığı İttihat ve Terakki iktidarı tarafından Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’e sürgüne gönderilen yazar, Kurtuluş Savaşı aleyhindeki yazıları yüzünden de 1922’de yurt dışında sürgünde bulmuş kendisini ve 1938’de affedilene kadar 16 yıl boyunca Halep ve Beyrut’ta yaşamak zorunda kalmış. Kendi hayatını şekillendiren en önemli unsurlardan biri “sürgünlük hâli” olan Karay’ın eserlerine bunu yansıtması çok doğal ve “Memleket Hikâyeleri” kitabı da kuşkusuz bu hâlin en önemli örneğiydi. Bu kitaptaki aynı adlı hikâyeden uyarlanan “Yatık Emine”de bu sürgünlük durumu meselenin göbeğinde yer alıyor ama yaşanılan (ya da yaşamak zorunda kalınan) yere ait hissetmemek ana unsur olarak çıkmıyor ortaya. Üç ana karakterin kendilerine has sürgünlerinde yaşadıkları, daha çok kasabanın sembolü olduğu toplumsal baskı ve ikiyüzlülüğün aracı olarak kullanılıyor hikâyede ve filmde.

Ömer Kavur’un film için hazırladığı ilk senaryo sansür tarafından geri çevrilince Turgut Özakman’ın desteği ile yeniden yazılmış ve belki de bunun sonucu olarak Emine karakteri Karay’ın öyküsünde bir hayat kadınıyken, burada bir erkeğin kaçırıp sonra terk ettiği bir kurbana dönüştürülmüş. Sansür kurullarının bu “toplumsal ve manevî değerler” hassasiyetinin en çok da sinema gibi geniş kitlelere hitap gücü yüksek bir sanat dalında ortaya çıkması doğal ve bir o kadar da trajik ve sinemamızda uzun süre çok olumsuz ve yaratıcı süreçleri etkileyen bir araca dönüştü ne yazık ki. Neyse ki Ömer Kavur’un sanatsal yeteneği ve sinema gözü ortaya kesinlikle ilgiyi hak eden bir sonuç çıkmasını sağlayarak bu dezavantajı unutmanızı mümkün kılıyor.

İki askerin arasında, elinde küçük bir bohça ile yürüyen çarşaflı bir kadını görüyoruz hikâyenin açılışında. Kavur yaya yapılan yolculuğu uzun uzun göstermekten kaçınmıyor Yeşilçam’da pek de görülmeyecek bir tercihle ve filmin Yeşilçam’ın her şeyi hemen ve en açık şekilde gösterme telaşı tuzağına düşmemesinin ilk örneğini veriyor bu seçimi ile. Bu kadın Yatık lakaplı Emine’dir ve vilayet onu “neden dolduğu hadiseler” yüzünden İstanbullu bir komutan gencin olduğu kasabaya sürmüştür. Annesine yazdığı mektupta “Taş gibi kaskatı olmak zorundayım; çünkü burada şefkât bile güçsüzlük sayılıyor” diye yazan genç adamın bu sözleri bizi hikâyenin geçtiği Anadolu kasabasının toplumsal atmosferine de hazırlıyor bir bakıma. Film işte bu atmosfere damgasını vuran ahlaksal ikiyüzlülüğü, toplumsal baskıyı ve kadını sadece bedensel sömürünün aracı olarak gören bakışı ana meselesi yapıyor ve Kavur’un sade ve hassas sineması ile bunu etkileyici bir hikâyenin ana unsuru yapıyor. Emine’nin hikâye boyunca maruz kaldıklarını çok açık ve eleştirisini sakınmadan gösteriyor Kavur; örneğin kalacak yeri olmadığı için, ilk geceyi geçirmesi için yerleştirildiği karakoldaki hücrenin sakini olan bir kadının Emine’ye davranışı onun, kocasının ahlâksızlığının nedenlerinden biri olarak kadınları gördüğünü gösteriyor. Toplumda kadının bir kavram olarak namusla eşitlenmesinin ve bu bağlamda korunması, sahip olunması gereken bir meta olarak görülmesinin doğal bir neticesi bu elbette. Emine’nin kasabaya geldiği andan itibaren başlayan dedikodular, tepkiler, -kadınların, erkekleri nasıl zaptedeceğiz endişesinden kaynaklanan- korkular, ön yargılar ve elbette cinsellik üzerine kurulu hayaller o “saf Anadolulu” söyleminin bir efsane olmaktan öteye geçmediğini ve namusu en çok konuşanın hemen her zaman ona en çok darbe vuran olduğunu kanıtlıyor bize.

Kasabanın bu kötücüllük yüklü karakterlerinin karşısına yerleştirilen iki erkeğin de (Server ve komutan) o yörenin insanı olmaması öyküye ek bir boyut katıyor: “Yabancı korkusu”nun eleştirisi. Biri isteği dışında oraya gönderilen, diğeri işi gereği tayin edilerek kasabaya gelen iki erkeğin hikâyede kadına saygı (ve sevgi) ile yaklaşan iki karakter olması bu eleştirinin temel aracı olmuş. İkisi de oranın yabancısı ve kadına hak ettiği saygı ile yaklaşmaları bir yabancı dayanışmasının değil, kendi kişiliklerinin sonucu sadece. Kasabanın kadınlarının Emine’yi aşağılamakta ve onu sömürmekte erkeklerden geri kalmamasının etkileyici bir şekilde anlatıldığı filmin vurucu sahnelerinden birinde kadına yapılan kötü muamelenin örneklerinden birini görüyoruz bu iki yabancıya rağmen. Kasabada yerleştirildiği her evde “sorun yaratan” kadın komutanın emri ile hastaneye yerleştirilir bir gece için ama boş bir yatağı onun için hazırlamaya üşenen ve zaten kadını buna layık da görmeyen hizmetlinin, öldüğü o sırada fark edilen yaşlı bir kadını yatağından alıp, Emine’ye yatması için orayı işaret etmesi duygusal açıdan hayli güçlü bir an yaratıyor. Server’in ve komutanın çabalarının kasabanın kötücüllüğü karşısında kazanma olanağını acı bir biçimde sorgulatıyor bu ve benzeri sahneler. Aslında bir üçüncü erkek daha var öyküde Emine’ye yardımcı olmaya çalışan: Kasabanın yerlilerinden biri olan ve aykırı davranışları nedeni ile “Deli” lakabı takılan arzuhalci İsmail (Bilal İnci). O da tüm çılgınlığı ile başta destekliyor kadını ama kasabalı kimliği, erkeklerin içinde bu destekten vazgeçmek zorunda kalan ilk ve tek kişinin o olmasını da öykünün temel meselesine uygun düşürüyor.

Filmin iki erkek başrol oyuncusu olması da ilginç bir durum Yeşilçam için; Kavur bu iki baş karakteri alışılmıştan farklı olarak (ve belki bir perça eksiklik olarak da görülebilecek şekilde) pek de bir araya getirmeye ve oradan ek bir çekici unsur yaratmaya kalkışmamış. Kumandanın Emine’ye desteğinin ve olan bitene yaklaşımının arkasında yatanlar da yeterince netleştirilmemiş görünüyor. Kumandanın öyküdeki soğukluğu ve sertliği de bir parça yumuşatılmış gibi ama yine de Mahmut Hekimoğlu gibi bir yıldızın Yeşilçam’da daha önce ve sonra olmadığı kadar ciddi ve uzak duruşu filmi farklı kılan unsurlardan biri olmuş. Karay’ın öyküsündeki -Ömer Kavur’un kendi cümleleri ile söylersek- “Sürgüne gönderilen bir fahişe ile ona gizli bir aşk besleyen bir zabitin ilişkisi” teması sansür yüzünden senaryodan çıkarılınca ve bu iki karakter arasındaki -yine Kavur’a göre- “biraz sado-mazoşist” ilişki anlatılamayınca, komutan karakteri bir parça boşa düşmüş ne yazık ki. Serdar Gökhan’ın Server’i ise; (karakterin Karay’ın hikâyesindeki “Gürcü”lüğünün, tıpkı Emine’nin kasabaya gelmeden önce Ankara’da yaşıyor olması gibi filmde hiç anılmamasının nedeni sansür olsa gerek) sürgüne meşrutiyetçi fikirlerini hiç sakınmadan dile getirmesi yüzünden gönderilmiş olması, toplumdaki “şükür zihniyeti”ni ve özellikle namus konusundaki ikiyüzlülüğü dile getirmesi ile filmin ana temasının asıl taşıyıcısı olarak değerlendirilmiş. Ahlaksız bir planın camide abdest alırken hazırlanması ve finaldeki “Bugün ölünür mü!” tepkisi ile bunu takip eden eylem girişiminin de güçlü örnekleri olduğu toplumsal eleştirinin sahibi temel olarak Server olmuş bu nedenle.

Arif Erkin imzalı müziğin yerel motiflerin kullanımı ile hikâyeye uygun düştüğü ama her fırsatta altı çizilerek kullanılması ve aynı melodinin sık sık tekrarı ile bir parça rahatsız ettiğini de söylememiz gereken filmin görüntülerinde İtalyan Renato Fait’in imzası var. Kavur’un “filmin görsel üslûbu onun başarısıdır. Ben daha çok oyuncu yönetimi ve diğer işlerle uğraştım” cümleleri ile yaptığı işi övdüğü Fait’in sade çalışması yapıtın önemli artılarından biri. Yeşilçam’ın duygusal iniş çıkışlı şovlarına uygun bir öykünün bu tuzağa düşmeden görselleştirilmesini filmin olumlu unsurları arasına koyabiliriz rahatlıkla. Oyunculuklar açısından ise kadro, tüm yardımcı roller de dahil olmak üzere, işini oldukça iyi yapıyor. Mahmut Hekimoğlu, sansürün gadrine uğrayan senaryonun kurbanı olarak bir parça geride kalıyor belki ama yine de karakterinin sıkıntılarını elle tutulur hâle getirebiliyor. Yardımcı bir rolde Bilal İnci’nin güçlü ve göründüğü her sahnede iz bırakan performansı, Serdar Gökhan’ın Yeşilçam abartılarından uzak kalabildiğini de kanıtlayan sıcak oyunculuğu ve elbette, kariyerinin başlarındaki Necla Nazır’ın senaryonun kendisine sunduğu ve daha sonra benzerini çok da yakalayamadığı olanağı çok iyi değerlendiren güçlü ve kırılgan çalışması da takdiri hak ediyor.

Kadını sadece fiziksel özellikleri üzerinden gören ve onu kendi namussuzluğunu gizlemek için kullanan, yabancı ve farklı olanın düşmanı bir toplumdaki yozlaşmanın resmini çizen bu Ömer Kavur filmi 1970’lerdeki sinemamızın özgün ve ilgiyi hak eden çalışmalarından biri. Film hem kaynak öykünün yazarı Refik Halit Karay’ı hem de sinemamızın nadir okullu isimlerinden Ömer Kavur’u anmak için de iyi bir fırsat.

(Visited 36 times, 7 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir