Yedinci Gün – İhsan Oktay Anar

İhsan Oktay Anar’ın 2012’de yayımlanan romanı. 1995’te okuyucu ile buluşan ve ilk romanı olan “Puslu Kıtalar Atlası” ile okuyucuyu farklı dili ve içeriği ile güçlü bir biçimde etkileyen Anar’ın yayımlanan altıncı romanı olan yapıt, masaldan bilim kurguya fanteziden tarihe uzanan farklı türleri bir arada barındıran, bir yandan hızla okunabilen ama öte yandan hayli yoğun bir içeriği olan çok farklı bir kitap. Yazarın anneannesinin hatırasına ithaf ettiği kitap mizahının, ironisinin, dil oyunlarının ve göndermelerinin altında derin konulara da eğiliyor ama bunlara erişebilmek için yazarın özellikle yoğun bir şekilde kullandığı oyunbaz havasının altında ezilmemek de gerekiyor. Çağdaş edebiyatımızın en özgün isimlerinden birinin hayli özgün bir romanı olarak okunması gerekli bir edebiyat yapıtı.

Üç bölümden oluşuyor roman: Baba, Oğul ve Hayalet. Hristiyanlıktaki Teslis inancına (Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) bir gönderme mi bu? Belki ama kitabın sadece bölüm başlıkları değil; karakterleri, hikâyesindeki gelişmeleri ve bazen tek tek cümleleri ve hatta sözcükleri de bu şekilde bir “şey”lerin sembolü olarak görülebilecek ve bunun üzerinden yorumlanabilecek göndermelerle dolu baştan aşağıya. Anar bunun yarattığı yoğunlukla da yetinmiyor ve karakterden karaktere, hikâyeden hikâyeye de atlıyor ve hatta bir hikâyesinin bir parçasının bile kendi başına ayrı bir hikâye olabileceği zenginlikte bir içerikle baş başa bırakıyor okuyucuyu. Bir bakıma, tıpkı kitabın oyunbaz havası gibi, yazarın kendisi de okuyucu ile oynuyor sanki ve onun, karşısındaki metinle ne yapacağını hayal ederek eğleniyor onunla sanki. Koca bir İstanbul maketi üzerinde sivrisinek avlayan 2. Abdülhamid ile başlayan eser 1934’te Dolmabahçe Sarayı’nın bir salonunda Yedi Uyurlar’a “altı gün” boyunca dünya tarihini yazdıran ve yedinci gün dinlenmeye çekilen bir karakterin hikâyesi olarak sona eriyor. Anar “Als ikh kan!” sözleri ile bitiriyor kitabını ve orijinali “Als ich can” olan ve Flaman ressam Jan Van Eyck’ın eserlerini imzalarken yazdığı, Türkçesi kabaca “Elimden gelenin en iyisi” olan bu ifade ile bir bakıma okuyucuya Van Eyck’in seçtiği “alçak gönüllülükle” veda ediyor. Oysa yapıtı tüm şakacı havasının içinde çok iddialı ve okuyucudan da çaba isteyen bir roman. Abdülhamit ile başlayan ve sürpriz bir şekilde, İstabul’daki seri şeyh cinayetlerine bağlanan açılış bölümü ile oldukça çekici bir giriş yapıyor Anar ve bu bölüm boyunca, daha sonra da hep sadık kalacağı şekilde çok zengin bir dil ve zaman zaman sözlüğe bakmayı gerektiren bir sözcük dağarcığının karşısında bırakıyor okuyucuyu.

Sık sık, anlattığı dönemin diline başvuran ama bu dil seçimi ile paralel olarak günümüz Türkçesini de kullanan yazar bir “kafa karışıklığı” yaratıyor ama bu kesinlikle bilinçli bir seçim ve oyuncu / şakacı havasına uygun kitabın. İronik bir dil, belgeselvari güçlü tasvirler ve ayrıntıları hep öne çıkaran bir yaklaşım kitabın tümüne egemen ve sarsıntılı bir kupa arabası yolculuğunun anlatıldığı bölüm tüm bu unsurların bir arada olduğu güçlü ve eğlenceli bir örnek. Eski sözcükler (kimileri -bilinçli ya da değil- yanlış yazılmış) yazarın eğlencesinin “kelime oyunları” üzerinden aracı oluyorlar devamlı olarak ve titiz bir okuyucuya da sık sık sözlüğe bakmak düşüyor elbette. Satrançtan iskambile (iman etme üzerine oynanan bir kumar partisi bile var!) ve karakterlerin birbirlerine oynadıkları diğer her türlü oyuna, Anar hızla okunabilen ama ilginin hep canlı kalmasını gerektiren bir derinliğe sahip eseri ile “okuyucu yorma oyunu” oynuyor adeta. Geçmiş ile gelecek arasında seyahat edebilen karakteri ile zamanın / tarihin doğrusalığını ret eden bir üslûp ve içeriği olan bir kitap için uygun bir seçim bu kuşkusuz.

Tasarımı, çok uzun yıllar boyunca İletişim Yayınları için çalışan ve yüzlerce kitapta emeği olan Suat Aysu’ya ait olan kapaktaki resmi yazarın çizdiği yapıtın son bölümünde karşımıza çıkan “İnsan-ı Kâmil” İdris Âmil karakteri Anar’ın bir sonraki kitabı olan, 2014 tarihli “Galîz Kahraman”ın da baş kişisi. Yazarın oyuncu karakterine ve ilişkisel döngülere merakının bir uzantısı olan bir durum bu elbette ve kitap, karakterler / olaylar arası bağlantıların zenginliği ile bu örneklerle dolu baştan sona. Her bir karakterin neyi / kimi temsil ettiği, hangi gelişmenin hangi olaya gönderme olduğu vb. oyunlar aracılığı kendisini bol bol eğlendirebilir okuyucu. Bu eğlencenin önemli bir aracı da yazarın farklı sesleri sözcüklere dönüştürmesi sürekli olarak; adeta bir masal kitabını okuyan ya da kendisine okunan bir çocuğun okuduğunu / dinlediğini kafasında daha iyi canlandırabilmesi için bu tür kitaplarda başvurulan “sesleri sözcüklere dönüştürme” oyununu oynamış yazar.

Antimilitarist ve dine (yozlaşmasına özellikle) eleştirel bir yaklaşımı olan kitap hızlandırılmış bir dünya tarihi, zaman yolculuğu gibi unsurları da barındıran çok katmanlı, çok anlamlı bir edebiyat eseri. Kitaptaki bazı dil problemlerinin gerçekten problem olup olmadığı (Örneğin 74. sayfadaki “İmsâk vaktinden önce sabah namazını okumasına rağmen” ifadesinde namaz sözcüğünün ezan ile değişmesi gerektiği açık ama yazarın şakacı yanını düşünce özellikle bu şekilde yazmış olması da mümkün) ise tartışılabilir ama “Sende mi Brütüs”ün (Sayfa 193) gözden kaçmış olmak dışında bir açıklaması olmasa gerek. Benzer şekilde, 192. sayfadaki “canına yâsin okuma” ifadesi de, Büyük İskender döneminden bahsedildiği ve o sırada ortada henüz okunacak bir “yâsin” olmadığı için (Kuran’ın İskender’in ölümünden 900 yıldan daha uzun bir süre sonra inmeye başladığı kabul edilir çünkü) yanlış bir tercih kuşkusuz. Yazarın bunu bir deyim olarak kullandığı veya oyun oynadığı ise fazlası ile bağışlayıcı bir tutum olur açıkçası.

Osmanlı yönetiminden İttihatçılara ve Cumhuriyet’in ilk dönemine, Fransız Devrimi’nden Sovyet Devrimi’ne ve Hitler‘e farklı kişi, rejim ve dönemleri sarkastik bir yaklaşımla eleştiren yazarın hepsini aynı kefeye koyan yaklaşımı, tüm devrimci tavırları hedeflerinden bağımsız olarak eş tutmakla aynı anlama geliyor ki fazlası ile üstenci bir tercih bu. Her sanat eseri yaratıcısından çıktığı anda artık alıcısına (okuyucuna, dinleyicisine, seyircisine vs.) aittir; İhsan Oktay Anar’ın eseri ise yaratıcısının, varlığını hep hissettirmeyi seçtiği ve alıcısını hiç yalnız bırakmadığı türden bir yapıt: Yoğun, ilginç, uçarı ve elbette oyunbaz.

(Visited 112 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir