“Dünyayı çocuklara verelim / kocaman bir elma gibi verelim / sıcacık bir ekmek somunu gibi / hiç değilse bir günlüğüne doysunlar / bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı / çocuklar dünyayı alacak elimizden / ölümsüz ağaçlar dikecekler (Nazım Hikmet)”
Babaları bir kan davasında öldürülünce kendi başlarına İstanbul’a kaçan dokuz ve on dört yaşında iki kardeşin hikâyesi.
12 Eylül darbesinin hemen öncesindeki Türkiye’den sokak manzaraları… Ömer Kavur kariyerinin bu ikinci filminde sokak çocuklarından ülkenin içinde bulunduğu politik atmosfere, suçluların dünyasından polis ve suçlu ilişkisine farklı konuları Onat Kutlar ile birlikte yazdığı hikâyede senaryo kurgusu açısından hemen hiçbir zorlamaya başvurmadan etkileyici bir şekilde anlatmış. Sosyal gerçekçilik olarak nitelendirebileceğimiz bir tarzı olan filmde biri sonradan ünlü bir oyuncu olacak olan iki küçük oyuncudan da (Cem Davran ve Tamer Çeliker) başarılı performanslar alan yönetmen iki çocuğun ayakta kalmak için seçtikleri/seçmek zorunda kaldıkları yolları merkezine alan ve diğer temaları bunun etrafında akıllıca birleştiren hikâyeyi yalın ve zaman zaman belgeseli andıran bir havada anlatıyor.
Başlangıçta yer alan ve filmin en veya daha doğru bir deyişle tek zayıf bölümünde kan davası sonucu işlenen cinayeti gösteren film, çocukların İstanbul’a gitmek için terene binmelerinden itibaren asıl havasını buluyor ve Güneş Karabuda’nın kamerası aracılığı ile karşımıza gelen görüntülerle bize sinemamızda o güne kadar pek görülmeyen bir konuyu (sokak çocuklarını) sıcak ve dokunaklı bir dil ile anlatıyor. Hikâyenin 1980 öncesi ve sol bir duyarlılığı olan tüm filmlerde olduğu gibi emekten yana -burada suç üzerine oturtulan bir kariyere ve suç dünyasının devlet ile iç içeliğine karşı bir seçenek olarak- bir tavrı var ve belki yaşına göre biraz fazla -ama dönemin sıkı politize ortamı düşünülürse aslında o denli de yadırgatıcı olmayan- büyük cümlelerle konuşan bir çocuk işçinin seçimleri ve genç kahramanlarımıza yol göstermeleri bu tavrın kimi örnekleri oluyor hikâyede. Finalde iki kardeşin yapmış olduğu seçimlerin sonuçlarını gösterirken de, filmin yaratıcıları Kutlar ve Kavur bu tavırlarını sürdürüyorlar. Hikâyenin değinilmesi gereken kimi politik yanları da var ki bu politik değinmeler filmin 1979’da sansür kurulu tarafından yasaklanmasına ve filmin ancak Danıştay’ın izni ile gösterime girebilmesine neden olmuş. Çocuklardan birinin düştüğü nezarethanedeki üç “devrimci abinin” söylediği marştan (ki hikâyedeki yeri anlaşılır olsa da tam yerine oturmamış gibi görünüyor bu anlar) duvarında 1 Mayıs afişi olan bir emekçi evinde paylaşılan yemek ve yatağa doğrudan politik göndermeleri var filmin ve bunları suç dünyasının (mafyanın) polisle işbirliğine (aslında oldukça dolaylı yoldan ima edilse de sağ terörün sola karşı polisle işbirliğine) yaptığı göndermeler ile destekliyor. Hikâyenin nezarethanedeki çocukların konuşmaları üzerinden polis şiddetine kimi değinmeleri de var ki tüm bunlar filmin sansürün hışmına uğramasına neden olmuş görünüyor.
Filmin baştaki o zayıf bölümünde babanın cebinden bir mektup çıkarıp üzerindeki adres için çocuklara vermesindeki zorlama bir yana bırakılırsa hikâyenin kurgusu genel olarak oldukça akıcı ve gerçekçi işliyor. İlginç bir şekilde sokağa ve çocuklara odaklanan her sahne tam anlamı ile başarılı olurken, köydeki cinayet sahnesi tipik Yeşilçam filmlerinden alınmışa benzeyen mizanseni ile hayli zayıf kalıyor filmde. Çocukların şehirdeki amcalarını bulmak için yardım almaya gittiği iş hanı sahibi ve yanındaki kadın ise hem karakterlerinin hayli şematik çizilmesi hem de filmin gereksiz bir şekilde ve oldukça dolaysız bir mesaj verme kaygısı nedeni ile filmin genel havasının dışında kalmış görünüyorlar. Anadolu insanına tepeden ve otantik bir varlık olarak bakan şehirli (beyaz Türk?) karakterleri ve diyaloglar filmin sosyal gerçekçiliğini de epey hırpalıyor aslında burada. İş hanının eşcinsel çaycı karakteri ise o dönem sineması için cüretkârlığı ama o cüretkarlığını bir parça zedeleyen kimi zorlama yanları ile dikkat çekiyor hikâyede.
Kavur’un şehrin sokaklarından, küçük suçluların dünyasından ve yoksulluğundan karşımıza getirdiği kareler filmin bugün de değerini korumasını sağlayan en önemli unsurları sanırım. Benzer şekilde sokak çocuklarından birinin hayat kadınlığı yapan annesi de filmin en başarılı çizdiği yan karakter olarak bu sokak hayatının hikâyede ne kadar başarılı bir şekilde sergilendiğinin kanıtı oluyor. Kaçak sigara satıcılığının belli bir yöreden İstanbul’a gelenlerin -filmde Diyarbakır bu yöre- elinde olduğunun belirtilmesi veya kahramanlarımızdan biri için bir adamın “Kürt mü?” diye “dehşetle” sorması filmin o günün koşulları ve sansür belasına rağmen atabildiği adımlardaki cesaretini de gösteriyor bize.
Senaryonun herhalde Onat Kutlar’ın etkisinin kendisini daha fazla gösterdiği kimi sahneleri ve diyalogları filmin sosyal gerçekçiliğini zedelemeyen bir lirizm de katmış görünüyor hikâyeye. Kavur’un yalın tarzı ile birleşen bu lirizm filme ciddi bir katkıda bulunuyor kesinlikle. Tıpkı Lütfü Akad’ın “Göç Üçlemesi” gibi büyük şehirde tutunmaya çalışan insanların hikâyesi burada anlatılan. İki kardeş dönemin adeta bir sembolü olarak tamamen iki farklı yönde ilerlerken film umudu elden bırakmayan bir karamsarlığı başarı ile aktarıyor seyircisine. Çarpıcı finalinde, küçük kardeşin sorgulayıcı, öfkeli ve kararlı bakışları bu karamsarlığın/karanlığın aşılabilmesi yolunda bir umut veriyor seyredenine. Görülmeli.