“Anlamıyorsun, dürüstlük benim ölümüm demek”
Biseksüel bir Alman fotoğrafçı, gece kulüplerinde zenne olarak dans eden bir genç adam ve muhafazakâr ailesi nedeni ile cinsel kimliğini saklamak zorunda kalan bir diğer erkeğin kesişen ve içlerinden birinin ölümü ile sonuçlanan hikâyeleri.
Caner Alper’in senaryosundan, Mehmet Binay ve Alper’in birlikte çektikleri bir Türkiye yapımı. Gerçek bir hikâyeden esinlenen film Antalya’da 5 Altın Portakal (İlk Film, Yardımcı Kadın ve Erkek Oyuncular, Görüntü Yönetmeni ve SİYAD Ulusal Film) ödüllerini kazanan ve ele aldığı konular ile sinemamızın müstesna örneklerinden biri olan bir yapıt. Görsel ve işitsel unsurları öne çıkan, sinemamızın görmezden geldiği bir meseleyi cesaretle ve dürüstlükle ele alan yapıt senaryosundan kaynaklanan bazı problemlere ve birden fazla meseleye el atmasının doğurduğu dağınıklığa rağmen çekici ve güçlü bir film. Karakterleri ve hayatları üzerinden toplumsal anlayışlara, muhafazakârlığa ve militarist zihniyete sıkı bir eleştiri yönelten film sadece özgünlüğü ile bile kesinlikle ilgiyi hak ediyor.
Mevlânâ’nın sözleri ile açılıyor film: “Dans et, kan revan içindeyken / Dans et, mutlak özgür olduğun zaman”. Hikâyenin üç ana karakterinden biri olan Can (Kerem Can) eşcinsellerin gittiği bir kulüpte zenne olarak dans eden, asker kaçağı olduğu için pek ortalıkta görünmemeye çalışan bir genç adam ve kendisini bir sanatçı olarak nitelemeyi hak ettiğini kanıtlayan bir görsel ve bedensel yeteneğe sahip. Onun (cinsel) kimliğini rahatça ortaya koymaktan çekinmeyen karakterine karşılık, Doğulu bir ailenin çocuğu olan Ahmet (Erkan Avcı) bu kimliğini gizli tutmak zorunda olduğu için tam bir ruhsal kıstırılmışlık içinde yaşamaktadır. Daniel (Giovanni Arvaneh) ise serbest çalışan bir Alman fotoğrafçıdır ve ne olduğunu hikâyenin sonlarında anlayacağımız ve Afganistan’da yaşadığı bir travmadan sonra “daha korunaklı bir hayat” için İstanbul’a gelmiştir. Can’ın sadece işi değil, kendini ifade etme aracı da olan dans, özellikle de “efemine hava”sı nedeni ile Ahmet’e uzaktır ama etkileyici bir sahnede onun -ne yazık ki geçici olacak- özgürlüğünün de sembolü olacaktır.
Mehmet Binay ve Caner Alper aslında önce zennenin hikâyesini yaratmak için çıkmışlar yola ama onlar öykü üzerinde çalışırken, yabancı medyada “Türkiye’nin ilk gay namus cinayeti” -elbette bu “ilk” olma durumu gerçek olmasa da- başlığı ile haber olan bir cinayet işlenir 2008 yılında. Öldürülen 26 yaşında, “Zenne” filmin yönetmenlerinin de arkadaşı olan Ahmet Yıldız adında bir eşcinseldir; katil babasıdır ve oğlunu kendisine gay olduğunu söylemesinden sonra namusunu temizlemek için katletmiştir. Bu gerçek cinayetin davası hâlâ sürüyor, Irak’a kaçan katil baba ise nerede olduğu bilindiği halde bir türlü yakalanan(a)mıyor. Ahmet Yıldız cinayetten bir yıl önce ailesi hakkında suç duyurusunda bulunmuş olsa da, savcılık ne bir soruşturma başlatmış ne de bir koruma tedbiri almıştır. Türkiye’de eşcinsel olarak, “öteki”lerden biri olarak öncelikli ve değer taşıyan bir birey değildir çünkü Ahmet egemen güçlerin nezdinde.
Hikâyeye bir zenne öyküsü olarak başlayıp, Ahmet’inkini de işin içine katan sinemacılar filmin ilk zayıf noktasına giden yolu da açmışlar aslında. Adı “Zenne” filmin ve asıl kahramanı dansçı genç adam gibi ama Ahmet’in öyküsü o derece güçlü, önemli ve zaten hikâyede de yoğun bir yere sahip ki film odağını olması gerektiği gibi belirleyemiyor. Evet, Ahmet de zenneye dönüşüyor oldukça dokunaklı bir sahnede ama bu sahne yeterince gideremiyor odak problemini. Mehmet Binay’ın bir röportajdaki “Ahmet de hayatla dans ediyor başından beri. Ama o, zor bir dansın içinde.” sözleri de içerik olarak doğru olsa da, yeterince açıklayamıyor bu durumu. Bu iki ana karakterden biri bir parça geriye çekilmeliydi ya da iki ayrı film çıkmalıydı bu hikâyelerden. Kaldı ki senaryo bu problemi bir parça daha ileriye götürüyor ve yine senaryoda önemli bir yeri olan Alman fotoğrafçı üzerinden yeni odak noktaları ekliyor hikâyeye. Eşcinsel olmanın zorlukları, militarizm eleştirisi, devletin vatandaşlarına yaşattığı travmalar ve dinsel/muhafazakâr/toplumsal normların “erkek tanımları”nın üzerine bir de Batı’nın Doğu’yu anlayamadığı/anlayamayacağı meselesini ve iyi niyetin cehenneme giden yolun taşlarını döşeyebileceğini ekliyor ki tüm bunlar bir film süresi için hayli yoğun bir malzeme ile baş etmenin doğal zorluğunu çıkarıyor yönetmenlerin ve seyircinin karşısına.
Film üç ana karakterini doğru düşünülmüş ilk sahnelerinde tanıştırıyor bizlere: Can’ı zenne olarak dansını icra ederken; Ahmet’i gece karanlığında bir parkta erkeklerle konuşurken, bir askere uğurlama kalabalığının yanından geçerken ve kendisini takip eden birinden kaçarken; Daniel’i ise Afganistan’daki travmasını yaşarken görüyoruz ilk olarak. Kahramanlarının kişisel öykülerini ve kişiliklerini doğru yansıtan, özenle belirlenmiş bu sahneler hikâye iyi bir giriş sağlıyor. Ne var ki film boyunca zaman zaman hissedeceğimiz gibi, Ahmet’in sığındığı gece kulübünde Can ile ilk kez karşlılaştığı sahneden başlayarak, filmin sanki doğal olmayan, adeta “sahnelenmiş” izlenimi bırakan ve görüntüler arası geçişlerde hamlık havası veren bir sinema dili de karşımıza çıkıyor hemen başlarda. Filme senaryodaki sıkıntı dışında ikinci zararı veren de bu durum oluyor ama öykülerin duygusal gücü ve gerçekliği problemin çok rahatsız edici olmasına engel oluyor çoğunlukla.
Özellikle Can’ın dans ettiği bölümlerde tıpkı onun kyafetleri gibi görsel açıdan çok vurucu ve sıcak, yakıcı bir hava yakalamış film. Zenne’nin o kıyafetleri ve dekorları ne denli içten bir şekilde benimsediğini gösteren ve Kerem Can’ın dansları ile daha da çekici olan bu görsellik hikâyenin trajik içeriklerine ters düşüyor gibi aslında ama yukarıdaki “iki ayrı hikâye” saptamasını düşününce, anlaşılabilir bir sonuç bu; çünkü Can’ın öyküsüne, karakterine ve sanatına çok uygun düşen bir görselliğe sahip bu bölümler. Bu sahnelerin zaman zaman oluşan ve herhalde engel olunamamış düşselliğinin ise olmasaymış daha iyi olurmuş düşüncesine yol açtığını da kabul etmek gerekiyor ama.
Homofobinin en iyi örneklerinden biri askerlik şubelerindeki muayene bölümleri filmde; beyanın yetmediği ve görsel kanıtların da talep edildiği bu işlemlerin yarattığı travmalar devletin tasvip etmediği bireylerine yıllardır uyguladığı zulmün en açık kanıtlarından biri (”benim babam şehit”e keşke gerek duyulmasaymış ama işte senaryo pek çok meseleye birden el atınca konular böyle ve gereksiz bir şekilde iç içe geçiyor). Alman Der Spiegel dergisinin Türk ordusunun dünyanın en büyük gay porno arşivine sahip olduğunu iddia etmesine neden olan bu fotoğraf ve video talebi ordu tarafından ret edilmiş olsa da, LGBTİ aktivistleri bunun bir pratik gerçek olduğunu belirtiyorlar. Can’ın bu işlemle ilgili sahnesi bir yandan da filmin daha yüksek bir sinema düzeyi için kaçırdığı fırsatların da somut bir örneği. Üstelik çok önemli bir yardımcı karakter üzerinden yapılan milliyetçilik ve militarizm eleştirisi varken, aynı konunun burada da öne çıkarılması ve diğer eleştirilerle harmanlanması işte yine o fazla dolu havanın filmde baskın bir güce sahip olmasına yol açıyor.
Kurgusunda ve kamera kullanımında bir sorun olsa da “takip edilme paranoyası” bölümü, “Annem temizlik hastasıdır, bense temiz değilim” gibi vurucu diyalogları, itiraf sahnesindeki -o malum sona gidileceği kaçınılmaz olsa da- karşılıklı dökülen gözyaşları ve Can’ın annesinin hemen tüm sahneleri (özellikle de Can’ın ziyaretinde yaşananlar) gibi çok önemli unsurlar var filmi değerli ve üstte belirtilen sıkıntıları da bir süre sonra önemsiz kılan. Can’ın annesinin sahneleri ile Ahmet’in annesininkileri birlikte düşündüğünüzde; ilkinin doğallığına ve gücüne karşılık, ikincisinin zorlama görünümü ve bu resmin iki anneyi canlandıran oyuncuların (Tilbe Saran ve Rüçhan Çalışkur) performanslarına da yansıması ise yine o “iki ayrı hikâye” bağlamında düşünülebilir.
Alman fotoğrafçı karakteri üzerinden filmin Batı’nın Doğu’yu anlayamamasının ve oryantalist bir bakıştan sıyrılamamasının eleştirisini yaptığını da söyleyebiliriz. Daniel hayli iyi niyetli olsa da, eylemleri, arzuları ve düşünceleri ile hem Afganistan’da hem İstanbul’da trajedilere neden oluyor ve Ahmet’i ailesine karşı dürüst olmaya ve onlara cinsel kimliğini açıklamaya davet ettiğinde, ondan “Anlamıyorsun, dürüstlük benim ölümüm demek” cevabını alıyor. Doğru bir saptama burada filmin gündeme getirdiği ama şunu da söylemek gerekiyor ki zaten yeterince dolu olan bir hikâyeye bir de bu meselenin eklenmiş olması filmin yoğunluğunu pek de gerekli görünmeyen bir şekilde artırıyor.
Kapanış jeneriğinde Ahmet Yıldız’ın fotoğraf ve videolarını göstererek; nefret, önyargı ve cahillik kurbanı olan bu insana hak ettiği değeri gösteren ve “Can hâlâ dans ediyor” cümlesi ile bir umudu da diri tutan film Filipinli yönetmen Lino Brocka’nın 1988 tarihli “Macho Dancer” adlı yapıtının izinden giderken (Brocka’nın filminde yine bir Batılı, bu kez bir Amerikalı karakter, öykünün kahramanı olan Filipinli genç bir adamı terk ederek onun kaderini belirler bir bakıma), görsel gücü ve estetik değeri hayli yüksek olsa da Can karakterinin bazı dans sahnelerinin gerekliliği tartışılır şov havasından bir parça olumsuz da etkileniyor aslında. Ahmet’in kız kardeşi Hatice’nin (Esme Madra) “isyan”ı ve Can’ın hâlâ dans edebilmesi ile bize içinde olduğumuz karanlığa karşı direnmemiz gerektiğini güçlü bir biçimde söyleyen, kusurlarına hiç takılmadan görülmesi gerekli ve sinemamızın son dönemdeki önemli ve orijinal örneklerinden biri olan filmde özellikle Tilbe Saran ve Erkan Avcı’nın sağlam performanslarına da dikkat.
(“Zenne Dancer”)