Zulüm – Atıf Yılmaz (1972)

“Beni seviyor, biliyorum… ama nasıl söyleyeyim… ben başka birini seviyorum. Başka birini, beni bırakıp giden, izini bulamadığım, kim olduğunu bilmediğim ama… ama gene de gece gündüz dönüşünü beklediğim, unutamayacağım, hissettiğim birini. Ne olur anla beni, Saime Teyze. Bu duyguyu içimde yaşadıkça, bir başkası ile evlenemem. Ona ihanet etmiş olurum, haysiyetsizlik etmiş olurum, evleneceğim adamı kandırmış olurum”

İlk görüşlerinde birbirlerine tutkulu bir şekilde bağlanan bir şarkıcı kadın ile bir bestecinin, erkeğin geçirdiği bir kaza üzerine yarım kalan aşklarının hikâyesi.

Bülent Oran’ın senaryosundan Atıf Yılmaz’ın çektiği bir Yeşilçam filmi. Sinemamızda o tarihlerde pek görülmedik bir şekilde üç başrol oyuncusu olan (Türkan Şoray, Kartal Tibet ve Murat Soydan) film 1972’de En İyi Film, Erkek Oyuncu (Murat Soydan), Yönetmen ve Görüntü Yönetmeni (Cengiz Tacer) dallarında Altın Portakal kazanmış bir çalışma. Klasik bir Yeşilçam, bir Bülent Oran hikâyesi olan film bugün bu ödülleri almış olmasına şaşıracağınız bir eser ama özellikle 1974’ten itibaren sinemamızın daha güçlü hikâyelerle daha toplumsal meselelere eğilmeye başlamasından önce düzenlenen bu festivalde o yılın diğer filmleri de çoğunlukla benzer düzeyde çalışmalardı. Ayrıca Sadık Şendil’e kendisinin de üyesi olduğu jüri tarafından “Sev Kardeşim” (Ertem Eğilmez) filmi için “En İyi Senaryo” ödülü verildiğini de düşünürsek çok da şaşırmamak gerekiyor festivaldeki kararlara! Klasik ve klişelerle dolu bir hikâyeye Atıf Yılmaz’ın bir farklık getirmeye çalıştığı açık ama ne sonuç ikna edici ne de Yılmaz’ın ödülü hak eden bir başarısı var burada. Filmden bugün geriye kalan 3 başrollü oluşu, Şoray’ın güzelliği ve kıyafetleri ve Nesrin Sipahi’nin muhteşem sesinden dinlediğimiz şarkılar temel olarak. Sevginin kanıtı olan trajik bir eylem gibi ögeleri ise bugün belki saçma ve komik gelebilir ama bir yandan da cüretkârlığı ile dikkat çekiyor.

Yoksul mahalledeki evinden konservatuardaki mezuniyet törenine geç kalmamak için fırlayarak çıkan genç bir kadın (Şoray) ve aynı anda zengin evinden ve yine aynı törene gitmek için acele ile çıkan bir besteci (Tibet). Erkek ile kadın yolda karşılaşırlar ve âşık olurlar. Adamın erkek kardeşi (Soydan) iyi yürekli ama karanlık işlere de bulaşmış birisidir. Âşık çift birbirlerinin isimlerini bile öğrenemeden erkeğin iş için İspanya’ya gitmesi yüzünden geçici olarak ayrılırlar ama orada yaşanan bir kaza bu üç karakterin de hayatını derinden etkileyecektir… Yeşilçam’ın çalışkan senaristi Oran’ın hikâyesi tesadüfler, zorlamalar, gerçekçiliğin yanına bile yaklaşmayan eylem, konuşma ve gelişmeler ve elbette melodramın / trajedinin uç noktalarına uzanan unsurları ile tipik bir Oran çalışması olurken, Yılmaz’ın bu hikâyeyi farklılaştırma çabasının sonucu ise oldukça cılız kalıyor. Baştan sona bir tesadüf ve abartı hikâyesi olan çalışma kuşkusuz özellikle ve sadece Yeşilçam fanatikleri için çekici olabilecek bir yapıt.

Bir Yeşilçam geleneği olarak yabancı müzikleri -elbette herhangi bir telif derdi olmadan- bolca kullanıyor bu film de. Açılış sahnesinde dinlediğimiz Tony Osborne ve Orkestrası’ndan “Can I Trust You” ve gece kulübündeki sahnede kullanılan Osibisa’dan “Music for Gong Gong” şarkılarının da aralarında bulunduğu yabancı müzikler bir yana, filmin müzik açısından asıl önemli yanı Nesrin Sipahi’nin sesinden dinlediğimiz şarkılar: “Sevil de Sevme”, “Rüyalar Gerçek Olsa”, “Artık Sevmeyeceğim” ve “Hicran” adındaki sanat müziği klasikleri Şoray’ın tüm güzelliği ve etkileyici kostümlerinin eşliğinde Sipahi’nin güçlü sesi ile yorumlanınca ortaya epey keyifli sahneler çıkıyor ve bu sahneler işitsel ve görsel açıdan filme sadece renk katmanın da ötesine geçiyorlar. Gereksiz bir şekilde uzun tutulmuş defile sahnesindeki kıyafetler (dönemin ünlü modacısı Nurten Boytüzün’ün imzasını taşıyorlar) ve Şoray’ın gazino sahnelerindeki kostümleri filmin görsel estetik açısından bir diğer dikkat çeken yanı ve onları giyenin Şoray olması da bu estetik değerin seviyesini epey yükseltiyor.

1970’li yılların başlarının İstanbul’unda mahalle çeşmeleri hâlâ aktiftir ve ahşap evler henüz tamamı ile yanmamış / yakılmamıştır. Kadın bu yoksul çevredendir, erkek ise zengin sınıftan; ne var ki Bülent Oran’ın senaryosu -hem olumlu hem olumsuz anlamda- sınıf farklılığını görmezden gelir, onun tek derdi en kabasından bir melodram yaratmak ve kadının yoksulluğunun nedeni olan trajedi ve onun sonuçlarını bunun için araç olarak kullanmaktır. Sonuçta tipik bir Oran senaryosudur bu ve gerçekliğin tam karşısında durmaktan hiç çekinmez. Tesadüfler akıl almazdır ve birbiri ardına üzerinize boca edilirler, mantık hataları umursanmaz (ya da o kadar hızlı üretince umursamak için zaman ayrılamaz) ve belki en vahim problem olarak da bu tesadüfler üzerinden kaderin kaçınılmazlığı kazınır seyircinin beynine. İşte bu nedenle burada yoksulluk ve zenginlik farkı göz ardı edilir ve tüm hikâyeyi düşünürseniz de kadere boyun eğmenin, yazgıyı kabullenmenin propagandası yapılır; sondaki korkunç eylem ise kadının daha önceki kadere isyanının bir cezası olarak görülebilir.

Atıf Yılmaz’ın birkaç farklı sahnede görüntüyü dondurup bir süre karakterlerin sabit görüntülerini (fotoğraflarını bir başka deyişle) peş peşe göstermesi dışında dikkat çeken özel bir mizansen çabası yok açıkçası; sinema dili böyle bir senaryo için olması gerektiği gibi ve en iyimser yorumla aksamadığını söyleyebiliriz. Buna karşılık filmde bir nezarethane sahnesi var ki fikir kimindir bilmiyorum ama kesinlikle Atıf Yılmaz’ın elinden çıkacak türden bir ”müzikal” bölüm bu ve filmin en keyifli anlarına tanık oluyoruz burada. Yeşilçam’da o döneme kadar pek görülmedik bu “koroların karşılıklı şarkı söylemesi” bölümü Yılmaz’ın becerisinin izlerini taşıyor kesinlikle. Buna karşılık Oran’ın senaryosunun tutarsızlıklarına çok da yapabileceği bir şey yok Yılmaz’ın açıkçası: Piyano çalan bir adamın aynı ellerle yumuruk yumruğa dövüşmesi, hayli kaba duran ve hikâyeye hiç uymayan “silah sesleri eşliğinde çete elemanlarını dans ettirme” sahnesi, kopmuş bir kolun aynı evde yaşanan insanlardan günlerce saklanabilmesi, yolcuların binmesi için yanaştırılan merdivenin hâlâ yanında durduğu uçaktan gelen motor sesi, gece kulübünde fark edilmemek için karanlık bir masaya oturan adama yanındakinin yanlış yere oturduğunu, oradan sahneyi göremeyeceğini söylemesi (sahne ışıl ışıl aydınlıkken üstelik), Soydan’ın karakterinin iyi ile kötü arasında gidip gelen tutarsızlıkları, kimin çaldığını bilmediği kapıyı çıplak göğüsleri ile açan kadın ve hikâyeye uymayan sert bir final… Daha niceleri sayılabilir senaryo ile ilgili problemlerin ama özellikle bir konuda Oran’ın hakkını teslim etmek gerek: Klasik iyi ve kötü ayrımı yok filmde. Ana karakterlerin üçünün de karşılıklı fedakârlıklarla diğerlerinin mutluluğu için çaba gösterdiği hikâyede Yeşilçam’ın iyi ile kötünün çatışması kolaycılığından kaçınmış Oran ve bir farklılık yaratmış kendisinin en tipik örneklerini verdiği Yeşilçam hikâyelerine göre.

Altın Portakal’da ödül alan ama özellikle vahşi kahkahalarını attığında bir parça eğreti oynayan Murat Soydan’ın Türkan Şoray ve Kartal Tibet ile birlikte işlerini yaptıklarını söyleyebileceğimiz film öncelikle Yeşilçamseverlere hitap eden; Şoray’ın güzelliği, Sipahi’nin şarkıları ve üç Yeşilçam yıldızı ile ilgi çekebilecek bir yapıt.

(Visited 450 times, 12 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir