Last Night – Massy Tadjedin (2010)

“Sana benden şüphelenmen için bir neden verdim mi hiç?”

Ayrı kaldıkları bir gecede erkeğin yeni, kadının eski bir sevgili ile karşılaştığı bir çiftin hikâyesi.
Massy Tadjedin bu ilk yönetmenlik denemesinde senaryosunu da kendisinin yazdığı zarif bir film ortaya çıkarmış. Fransız-Amerikan ortak yapımı olarak çekilen film tek somut Fransız unsuru oyuncu Guillaume Canet olsa da şaşırtıcı bir şekilde Fransız havası taşıyan, yumuşak ve ince bir dil ile anlatılmış bir çalışma.

Erkek-kadın ilişkileri sinemanın, sanatın pek çok dalında olduğu gibi, favori konularından biri ve bu konuda sinemanın söyleyebilecek yeni bir sözü kalmış mıdır bilinmez ama yeni olmasa da söylenenleri bu filmde olduğu gibi dürüstlük, açıklık ve zarafet ile dile getiren filmlere her zaman yer olmalı bu sanat dalında. Baştan çıkarma/çıkarılma, sadakat, flört gibi aşkın ayrılmaz parçalarını yalın ve doğal bir şekilde karşımıza getiriyor film ve özellikle senaryosu ve diyalogları ile takdiri hak ediyor. Aslında senaryo erkek ve kadının “dün gecelerini” paralel bir şekilde anlatırken çok da orijinal bir şeyler söylemiyor belki ama Tadjedin senaryosuna, diyaloglarına ve karakterlerine çok uyumlu bir sinema dili kullanmayı başarıyor ve telaşsız, gürültüsüz ve adeta tüy gibi hafif bir anlatımla bizi karakterlerinin hemen yanı başına yerleştiriyor. Keira Knightley’nin zarif ve kırılgan bir şekilde canlandırdığı kadın ve Sam Worthington’ın belki biraz fazla katı ama karakterinin tereddüdüne çok yakışan bir tedirginlik ile oynadığı adam filmin zaman zaman parlak bir tiyatro oyununun diyaloglarını çağrıştıran cümlelerini seyirciye yalın bir şekilde geçirmeyi başarıyorlar. Öteki kadın rolündeki Eva Mendes ve özellikle gülümsediğinde Knightley’nin ondan neden etkilendiğini çok iyi anlatan cazibesi ve elbette çekici oyunu ile Guillaume Canet’in canlandırdığı karakterler ve onların filmin baş karakterleri ile ilişkileri, evet kendi başına da bir anlam ve önem taşıyor ama asıl olarak filmdeki tüm diyaloglar gibi bu “diğer” ilişkiler de asıl karakterlere daha iyi odaklanabilmemizi, onları daha iyi tanımamızı ve anlamamızı sağlamak için oradalar gibi görünüyor. Özetle filmde olan biten her şey ve tüm diğer karakterler baş karakterlerimizin ilişkisinin resmini daha iyi çizebilmemize yardımcı olmak için varlar. Örneğin yayıncı ve eşi ile yemek sahnesinde yayıncının kadına sorduğu sorular veya açtığı sohbet konuları sanki seyircinin kadının duygularını daha iyi anlamasına hizmet etmek için senaryoda yer alıyorlar ama bu durum bir yapaylık veya zorlama içermediği gibi seyircinin kendisini olan bitenin içinde hissetmesine yardımcı oluyor.

New York’ta geçen bir Fransız filmi olarak özetlenebilecek çalışmanın kendisini kalıcı kılacak bir derinliği olduğunu iddia etmek veya senaryonun seyredenin önüne yeni ufuklar seren bir orijinalliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değil ama kendisi kadar zarif müzikleri ile de dikkat çeken filmin Avrupalı havası ile bile yeterli bir nedene sahip seyredilmek için. Filmin son karesine, evet son sahnesine ve bu son sahnedeki son kareye, dikkat edilmeli. Tadjedin rutin bir şekilde bitebilecek hikâyesini öyle çarpıcı bir son kare ile bitiriyor ki alkışı hak ediyor. Bu son kareden sonra top seyircinin kucağına düşüyor adeta ve filmin bitmesinin üzüntüsü ile baş başa kalıyorsunuz.

(“Son Gece”)

Ne Kadar Gamlı Bu Akşam Vakti, “Safa Önal Kitabı” – Yasemin Arpa (Söyleşi)

Filme çekilen 395 senaryo ile bir dünya rekorunun sahibi olan Yeşilçam’ın altın yıllarının senarist ve yönetmenlerinden Safa Önal ile yapılan bir nehir söyleşi. Sanatçı ile konuşan Yasemin Arpa ustalıklı bir şekilde yönetmiş bu uzun bir zamana yayılan konuşma serisini ve tüm kitabı adeta doğal bir akışı olan bir biyografiyi sohbet ortamında dinliyor gibi okuyorsunuz. Safa Önal’ın muhteşem hafızasının ve ustalıklı dilinin çok ciddi bir katkıda bulunduğu bir kitap bu. 1953 yılında içine girdiği Türk sinemasının hemen tüm isimlerini içeren anıları, derin bir sevgi ile bağlandığı ve andığı sinema hayatından aktardıkları ve bugün artık pek örneği kalmamış İstanbul’lu bir Cumhuriyet çocuğu bakışı ile Önal kitabı hayli çekici kılıyor. Sanata, sanatın her dalına ve sanatçılara duyduğu derin hayranlığın izlerini taşıyan, ezberden okunan bir şiirden 50’li yıllarda bir gece kulübündeki şarkıcının kıyafetinin güzelliğine geçiş yapılan bu eserin dikkat edilmesi gereken tek bir tarafı var: Kitabın tüm sayfalarından yoğun bir nostalji taşıyor dışarıya. Tüm emeğini yedinci sanata adamış, hem güzel yaşamış hem çok çalışmış bir insanın portresini çiziyor kitap ve 80’li yıllarla birlikte hızla dönüştürülen bir toplumun geride neleri bıraktığının acı bir şekilde altını çiziyor. Önal birkaç ufak istisna hariç herkesi saygı ama en çok da sevgi ile anıyor. Kırıldıklarını bile anlamaya çalışıyor ve o yılların şimdi küçümsenen filmlerinin arkasındakileri ve en çok da emeği anlatıyor bize. Samimiyetini kaybedip hoyratlaşan bir toplumun bireyleri olarak kitaptan alınacak çok dersler var.

Mammut – Lukas Moodysson (2009)

“Dünya… Sonsuz uzaydaki bu küçücük vaha… Bizim mirasımız… ve evimiz”

Zengin bir Amerikalı ailenin ve kızlarının Filipinli dadısının ailesinin paralel anlatılan hikâyeleri.

Özellikle “Lilya 4-Ever” filmi ile büyük beğeni toplayan İsveçli yönetmen Lukas Moodysson’dan ton ve anlatım dili olarak önceki filmlerinden farklı, daha yumuşak ama alçak tondan da olsa bir şeyler söyleyen bir film.

Mutlu bir aile görüntüsü ile başlayan ve aynı ailenin yine mutlu bir görüntüsü ile sona eren film bu iki görüntü arasında olan bitenleri ve tüm bu olanların tek tek bireyleri ve onların birlikte oluşturduğu kurumu (aileyi) nasıl etkilediğini alçak sesle ve yumuşak bir sinema dili ile getiriyor karşımıza. Filmin kameranın özellikle tek bir bireye odaklandığındaki sessiz anları en az diyaloglar kadar çok şey söylüyor ve yönetmen bireylerin o anda hissettikleri üzerinden bizim de hikâyeye katılımımızı sağlıyor. Ailenin babası rolündeki Gael García Bernal, eşi rolündeki Michelle Williams ve dadı rolündeki Marife Necesito doğal oyunculukları ile kendilerinin değil hikâyenin öne çıkmasını sağlıyorlar ve özellikle onları değil dünya üzerinde her gün yaşanan benzer tüm hikâyeleri düşünmeye sevk ediyorlar seyredeni. Bu üç oyuncuya dadının büyük oğlu rolündeki çocuk oyuncu Jan David G. Nicdao’nun etkileyici oyununu da eklemek gerekiyor.

Filmin yan yana yürüyen birden fazla teması var. Modern toplumlarda aile olmak ve ebeveynlerin kendi özel ve özellikle iş hayatları nedeni ile çocuklarına ayırdıkları/ayırabildikleri zamanların kısıtlı olmasının neden olduğu “vicdan azabı” filmde öne çıkan temalardan biri. Annenin çocuğunun dadısı ile daha çok vakit geçirdiğini ve bu vakitlerde aldığı keyfi görmesi ama öte yandan bu dadının kendi çocuklarına daha iyi bir hayat sağlayabilmek adına onları Filipinler’de bırakıp Amerika’ya çalışmaya gelmiş olması bu vicdan azabını örnekleyen unsurları hikâyenin. Her iki kadının çocukları için yaptıkları tercihlerin sonucunun çocukların mutsuzluğu olması Ahmet Kaya’nın ifadesi ile söyleyelim, “Bu ne yaman çelişki anne” dedirtiyor insana. Dünyanın düzeninin özellikle Filipinli anne üzerinden örneklenen eleştirisi kimi rahatsız edebilir diye düşünürseniz, ilk akla gelecekler liberal düşüncenin savunucuları olsa gerek. Bir düşüncenin, ifadenin, imanın “sola, eşitliğe, adalete” en ufak bir göz kırpmasının bile rahatsız ettiği bu insanlardan biri, Amerikalı ünlü eleştirmen Roger Ebert, filmi eleştirirken dünyadaki yoğun eşitsizliği kabul ediyor ama “bu insanların en azından ailelerinin durumlarını iyileştirebilmek için erişimlerine açık olan araçlardan” bahsederek nerede ise tüm bu eşitsizliği adeta önemsiz kılıyor.

Pahalı bir kalemin yapımında kullanılan mamut dişinin üzerinden senaryo modern toplumun her nesneyi pazarlanabilir bir mala dönüştürmesinin eleştirisini de yapıyor. Çocuklarla seks yapmak için Tayland’a giden batılı erkekler, tüm bir ülkenin (bu örnekte Tayland’ın) başka ülkelerin sömürüsüne (bu örnekte cinsel sömürü) açılabilmesi, milyon dolarların pazarlık konusunun yapıldığı bir toplantı ile eş zamanlı olarak küçük çocukların çöplüklerde toplayıcı olarak çalışması ve Bernal’in eşine hediye almak için gittiği bir dükkanda beğendiği her şeyi alma konusunda gösterdiği rahatlık dünyanın düzeninin tüketmek ama ne pahasına olursa olsun tüketmek üzerine kurulu olduğunu anlatıyor bize. Bu düzen işte bu filmde olduğu gibi çocukların da, anneliğin de pazarlanabilir olduğunu söylüyor ve finaldeki “yeni bir dadı bulmalıyız” ifadesinin de gösterdiği gibi başkalarının acılarına gösterdiğimiz ilginin kendi önceliklerimizin yanında ne kadar değersiz olduğunu vurguluyor. Filmin “insanların da nesneleştirilebildiğini” anlatan bir değer teması bu durum özetle.

Film tüm bu içeriği yeterince güçlü bir sinema dili ile anlatabiliyor mu sorusunun cevabı o kadar güçlü bir evet değil ne yazık ki. Örneğin Bernal’in Tayland günlerindeki sonuna kadar sadakatle süren günleri belki dünyanın tüm karmaşası içinde kahramanın o anlarda yaşadığı huzuru vurguluyor ama filmin odağını da bir parça kaydırıyor aslında. Temaları açısından güçlü olan hikâye zaman zaman derdini gereğinden fazla basit tercihler ile, paralel kurgu ile vurgulanan zıtlıklar gibi, anlatmayı tercih ediyor ve bu da etkileyiciliğini azaltıyor elbette. Buna karşılık özellikle sessiz anlarında ve o anlarda müziğin kullanımı ile film karakterlerinin içine düştükleri boşluğu, yalnızlığı ve sorgulamaları çok iyi yansıtıyor ve özellikle Bernal ve Williams’ın birbirlerinden uzakta geçen günlerdeki yalnızlıkları ve sürdürdükleri hayatları anlamaya çalışmaları seyirciye tuhaf bir ürperme duygusunun da geçmesini sağlıyor. Evet bu dünya, çocuklarına bir gelecek hazırlayabilmek için Filipinli bir ailenin başka bir ülkeye gitmek zorunda kaldığı ve sonra çocuğuna hediye olarak geride bıraktığı ülkesinde karın tokluğuna çalışan çocuk işçilerin ürettiği bir basketbol topunu aldığı bir dünya.

(“Mammoth” – “Mamut”)

The Crow – Alex Proyas (1994)

“Sen o intikamcısın, değil mi? Katillerin katili”

Nişanlısı ile birlikte bir cinayete kurban giden bir genç adamın intikamını almak için hayata geri dönüşünün hikâyesi.

James O’Barr’ın çizgi romanından sinemaya uyarlanan ve daha sonra 1996, 2000 ve 2005 yıllarında üç kez devamı da çekilen film bugün kimi sinemaseverlerin gözünde kült niteliğini kazanmış bir çalışma. Bu niteliğin oluşumundaki nedenler arasında filmin ilgili çizgi romanın ilk ve en başarılı sinema uyarlaması olması ve elbette başrol oyuncusu Brandon Lee’nin çekimler sırasında bir kaza sonucu ölmesi de var. Böylece Brandon Lee tıpkı babası ünlü oyuncu Bruce Lee gibi çok genç bir yaşta hayatını kaybetmişti. Film türünün meraklılarının gönlünü fethedecek özellikleri ile kült olmayı hak ediyor ama sinemasal olarak değerinin o kadar yüksek olmadığını da belirtmek gerekiyor.

Karanlık ve tehlikeli bir şehirde, suçluların rahatça cirit attığı bir ortamda mezarından çıkıp gelen ve intikam peşinde koşan bir genç adamın hikâyesi içerdiği gerçeküstü öğeler ve gizem duygusu ve başarılı aksiyon sahneleri ile göz alıcı bir filme dönüşmüş ama film sona erdiğinde üzerinizde kalıcı bir etki yaratmıyor bu durum. Yönetmen Alex Proyas teknik açıdan güçlü, hızlı ve çarpıcı kurgusu ile dinamik bir film ortaya çıkarmış ama kişisel olarak yönetmenin benzer bir konu ve atmosfere sahip olan 1998 tarihli “Dark City” filmini tercih ederim. Orada orijinal bir senaryodan yola çıkmış ve karakterleri bu filme göre daha iyi çizilmiş ve estetik olarak da çizgi roman estetiğinden daha uzak duran bir çalışma ortaya koymuştu. Özetle o film daha “yetişkin” özelliklere sahipti. Bu film ise yeterince güçlü olmayan hikâyesi ve tahmin edilebilir gelişmeleri ile birkaç adım geride kalıyor.

Bir çizgi romanı sinemaya taşıdığınızda ona farklı bir sinemasal ruh vermeniz ve sinemanın anlatım tekniklerine adapte etmeniz gerekiyor ya da ters yönde bir örnek olarak “Sin City” filminde olduğu gibi çizgi romanın tekniğini sinemanın kendi araçları ile zenginleştirerek çizgi roman tekniğini geliştirmek. Bu filmde söz konusu olan ise sanki hedefi daha çok çizgi romanın hayranlarına bu romanın sinema uyarlamasını vermek ile sınırlamak gibi görünüyor. Yine de özellikle devam filmleri ile karşılaştırıldığında temiz bir dille anlatılmış, tekniği yerinde ve gözünüzü üzerinde tutmayı başaran bir film var karşımızda. Cure grubunun film için yaptığı “Burn” ve Jane Siberry çalışması “It Can’t Rain All The Time” şarkıları da dahil olmak üzere sıkı bir soundtrack’i de var filmin ve bu soundtrack bile başlı başına bir neden filmi görmek için.

(“Ölümsüz Aşk”)