Asbe Du-Pa – Samira Makhmalbaf (2008)

“Atımın sadece iki ayağı var. Yoksa yarışı o kazanırdı”

Zengin bir adamın bacakları mayında kopan çocuğunu taşıması için kiraladığı bir çocuğun hikâyesi.

İranlı sinemacı Samira Makhmalbaf’ın insanın insana yapabilecekleri üzerine sert bir film. Afganistan’da geçen film özellikle mekanları açısından bakıldığında zamanı belirsiz bir çağda yaşanan bir hikâyeyi, seyredeni olumsuz ve kötücül havası ile yorabilecek ve hatta tepki doğurabilecek bir tarz ile anlatıyor. Nitekim Toronto Film Festivalindeki dünya prömiyerinde seyircinin olumsuz reaksiyonları ile karşılaşan filmin yönetmeni de senaryoyu ilk okuduğunda filmi yapmaya hiç sıcak bakmadığını söylemiş ve sonuçta ortaya çıkan eser gerçekten de seyredeni ikircikli bir durumda bırakacak bir çalışma olarak görünüyor.

İktidar mücadelesinin veya daha doğru bir deyiş ile güçlünün zayıf üzerinde kurduğu ezici bir totaliter iktidarın metaforu olarak görülebilecek hikâyenin bu denli sert görüntüler ile anlatılmasının ne derece doğru olduğu film boyunca sık sık aklına takılacaktır seyredenin. Arada sırada karşımıza çıkan birkaç sahne dışında film umudu tamamı ile yok ediyor ve para karşılığı verilen bir hizmet olarak başlayan işin “at” rolü üstlenen çocuğun kişiliğini tamamen yitirdiği, insanlığından uzaklaştığı ve bir ata dönüştüğü bir sonuca varması ile hikâye sona erdiğinde kendinizi oldukça kötü hissediyorsunuz. Son dönem İran sinemasının sıradanlığın içindeki şiirselliği yakaladığı, sergilediği ve hatta dönüştürdüğü örneklerinden çok farklı bir yerde duruyor bu film. Oysa mekanlar açılış anından itibaren zararsız ve başarılı bir egzotizme kaynaklık edebilecek güzellikte ama hikâye bilinçli bir tercih ile gerçekleri yumuşatmıyor, aksine sertleştiriyor ve nerede ise son dönem tiyatro dünyasının moda akımı olan “in ya face” tarzında bir atmosfer ile seyircinin yüzüne çarpıyor görüntüleri. Zor koşullar altında yaşayan/yaşatılan bir insanın hayatta kalabilmek için katlanabileceği aşağılamanın, şiddetin ve sömürünün sınırsızlığı elbette daha yumuşak bir dil ile anlatılabilirdi ama filmin yaratıcıları bunu değil aksini tercih etmişler diye özetlenebilir filmin yaklaşımı.

Yönetmenin ifadesi ile film ezen ile ezilen arasındaki ilişkinin üç safhasını (tarafların birbirini tarttıkları ve ezenin devrim sonucu iktidarını yitirme ve ezilenin işkence ve mahkumiyet korkusunu yaşadıkları birinci dönem, ezen ve ezilenin birbirine benzemeye başladıkları ikinci dönem ve sado-maşozist bir ilişkiye girilen üçüncü dönem) anlatan film hayli etkileyici sahnelere de sahip. Örneğin iki çocuğun (binicinin ve atının) gerçek atlıların ve binicilerin içinde koşuşturduğu sahnenin kurgusundan veya filmin çarpıcı bir açılışa sahip olmasına kaynaklık eden sahnede onlarca çocuğun yerin altından yüzeye tüneller aracılığı ile ve adeta böcekler gibi çıktığı anlardan etkilenmemek mümkün değil. İki baş oyuncusundan özellikle ezilen rolündeki Ziya Mirza Mohamad’in filmin sertliğini daha da artıran başarılı oyunculuğunun da dikkat çektiği filmin umudu bunca imkânsız gösteren tercihi bir yana bırakılırsa filmin bir başka eleştiriye açık tercihi de sık sık tekrarlanan sahneleri ile filmin süresinin görece uzunluğu. Görece çünkü film 100 dakikalık süresi ile ortalama bir süreye sahip ama hikâye tüm o sembolleri, allegorileri ve metaforları ile orta metrajlı bir film kapsamında da anlatılabilirmiş açıkçası.

Evet sertliği, karamsarlığı ve umutsuzluğu ile yorması kesin olan ve kişisel olarak sertlik dozunun kaçırıldığını düşündüğüm bir çalışma karşımızdaki ama film bilinçli olarak tam da bunu amaçlamış. Bu tercihin gerekliliği ve doğruluğu tartışılabilir ve tartışılmalı ama içinde yaşadığımız dünya da bu derece sert değil mi? Özellikle de yukarıda bahsettiğim ezen ve ezilen arasındaki ilişkinin ilk iki aşamasını çoktan ve üstelik gönüllü olarak geride bırakmış bir ülkede yaşayanlar için sert ifadesi anlaşılmaz bile olabilir; onlar için olması gerekendir yaşananlar.

(“Two-Legged Horse” – “İki Bacaklı At”)

Revanche – Götz Spielmann (2008)

“Şimdi seni anlıyorum. Bu yüzden bu kadar soğuksun. Bu yüzden bu kadar acımazsın”

Ukraynalı hayat kadını kız arkadaşı ile birlikte bir soygun yaparak hayatını değiştirmek isteyen bir adamın ters giden soygundan sonra yaşadıklarının hikâyesi.

Avusturyalı yönetmenı Götz Spielmann’dan bir aşk, intikam ve adalet hikâyesi. Soygun anına kadar Haneke filmlerinin soluk bir kopyası gibi ilerleyen, asıl rotasını bulduktan sonra ise zenginleşen ve gerçek bir sinema keyfi yaşatan bir film. Açılış sahnesinde durgun bir göl görüntüsü ile başlıyor film, suya bir nesne düşüyor ve kısa bir an için, su tekrar eski görüntüsünü alana kadar süren kısa bir kaos yaşanıyor ve sonra tekrar eski haline dönüyor görüntü. Tıpkı hayatlarımızda olan bitenler gibi, tıpkı hikâyede yaşandığı gibi. Kapanış jeneriğine eşlik eden doğanın seslerinin söylediği gibi kısacası; doğa şu ya da bu şekilde dengesine ulaşıyor zamanla. Bir etki, bir tepki ve sonra sessizlik bir başka deyiş ile.

Hikâyesindeki onca olaya rağmen sakin bir film karşımızdaki. Martin Gschlacht’ın kamerasının yakaladığı ilginç görüntüler ama öncelikle geniş alanların çekimlerinde objelerin görüntüde aldıkları yerler ile hayli ilginç bir film bu. Klasik bir görüntü tercihinin aksine objeler görüntünün odağında yer almıyor kimi zaman ve bu da bilinçli bir soğukluk, uzaklık katıyor seyredilene. Bu tercihe yönetmenin kimi diyalogsuz ama oyuncuların vücut dillerinin, bakışlarının çok şey kattığı sahnelerini de ekleyince filmin farklılığı daha da belirgin hale geliyor. Belki hikâye çok “farklı” değil ve kimi zaman bir parça zorlama gibi de görünüyor ama özellikle soygundan sonra film karakterlerini incelikle ve zarif bir şekilde gözümüzün önünde soyuyor, derinleştiriyor ve onları seyredene hem uzak hem yakın tutmayı başarıyor.

Basit oyunculuklar ve diyaloglar ile kendisini güçlü kılmayı başaran filmin Viyana’da geçen sahneleri ile köyde geçen sahneleri arasında da derin bir kontrast var aslında. Şehirdeki sahnelerde kamera daha dar açılarda dolaşıyor ve karakterlerinin sıkışmışlığını ve genel olarak şehrin yozluğunu anlatırken, kırlık bölgede karakterlerin her biri kendi yolunu ve doğrusunu bulurken geniş açılı görüntüler bir açıklığı, nefes alabilmeyi ve ferahlığı simgeliyor adeta. Bu bağlamda kahramanımızın intikam için peşine düştüğü polisle göl kenarında yaptığı konuşma örneğin bir Amerikan filminde göreceklerinizin tersine çok büyük sözlerin edilmediği, kısa ama etkili diyalogları ile vurucu denebilecek bir etki yaratıyor seyredende.

Başta kahramanımızı canlandıran Johannes Krisch olmak üzere tüm oyuncular basit ama güçlü oyunları ile filmin seviyesini yükseltiyorlar ve filmin bir yandan soğuk ama doğal ve diğer yandan sıradan görünümünün altındaki derinliği artırıyorlar. Spielman bu oyunculukların da yardımı ile karakterlerini alıyor ve onları bir trajik olayın parçası yaparak kendi ahlâk anlayışlarının veya bir başka deyiş ile moral değerlerinin sonucu olan tepkileri ile baş başa bırakıyor bizi. Bu yol ile de senaryo seçimler ve bu seçimlerin sonuçları ile baş etmek üzerine seyredeni düşünmeye ve değerlendirmeye sürükleyen bir biçim alıyor.

Özetle Haneke’nin de izinden giden ama onunla kıyaslandığında çok daha “normal” görünen bir film bu çalışma. Batılıların novella dediği türü, hikâye ile roman arasındaki bir yerlerde dran bir yazın türünü, hatırlatan bu film kesinlikle ilgiye değer. Ülkemiz için gayet sıradan olan bir durumun, bir polisin soygundan sonra kaçan bir arabaya ateş edip bir kişiyi öldürmesinin, nasıl bu filmdeki gibi bir psikolojik suç dramına kaynaklık edebildiği bizler için bir parça anlaşılmaz belki ama sonuçta ve neyse ki bu bir Avusturya filmi! Yoksa arabanın lastiklerine doğru ateşlenen bir silahtan çıkan kurşunun henüz vakıf olmadığımız hangi fizik kurallarına bağlı olarak filmdeki sonucu doğurduğunu anlatan bir resmi bilirkişi raporuna muhatap olurduk.

(“Rövanş”)

Tout est Parfait – Yves Christian Fournier (2008)

“Hayat zor, küçük salaklar. Ne sanmıştınız? Hayat düşündüğünüzden çok daha zor”

Dört okul arkadaşı intihar eden bir gencin yaşadıklarının hikâyesi.

Yves Christian Fournier’in bu ilk uzun metrajlı filmi birbirinden ayrılmayan beş arkadaştan dördünün intiharı sonucu hayatta kalan bireyin yaşadıklarını ama asıl olarak içine kapandığı kendi dünyasında olan bitenleri anlatıyor. Film hem Maxime Dumontier tarafından incelikle canlandırılan baş karakteri hem de yakınlarını kaybeden diğer karakterleri aracılığı ile bir trajedinin sonrasına odaklanıyor ve bunu yaparken de trajedinin büyüklüğüne karşın öfkeyi, yalnızlığı, korkuyu ve şaşkınlığı oldukça sessiz ve dokunaklı bir biçimde aktarıyor.

Sakin bir tempoda ilerleyen film baş karakterini hemen sürekli görüntüde tutarken zaman zaman geriye dönüşlerle olan bitene açıklık getirmeye çalışıyor. Bir sokak lambasından bir golf sopasına, bir şarkıdan bir duvar resmine çeşitli objeler üzerinden yapılan bu geri dönüşler zaman zaman rutinleşme eğilimi gösterse de filmin kimi incelikli sahnelerini oluşturuyor. Filmin bir eksiği de tam burada kendisini gösteriyor. Yavaş temposu ile kahramanının içinde bulunduğu durumdan çıkma çabasını, olan bitenle zihninde barışmasını ve bu arada zaman zaman kendi dünyasına kapanmasını bazı anlarında klasik sinema dilinden uzaklaşarak anlatırken ve bunun için sessizliklerden, bakışlardan yararlanırken kimi anlarında da klasik kalıplar içinde hareket ediyor. Ergenlik dönemindeki gençlerin sorunlarını anlatan pek çok çarpıcı var sinemada ve bu film işte bu klasik kalıplar içinde kaldığı anlardaki televizyon filmi havası ile kendisini diğer örneklerin önüne geçirecek bir yaratıcılığın eksikliğini taşıyor. Yaratıcılık demişken filmin örneğin sokak patencileri sahneleri ile Gus van Sant’ın “Paranoid Park” adlı filminde elde ettiği hissin çok gerisinde kaldığını söylemek gerek.

Senaryo hikâyenin sonunda açıklama bekleyenleri bu konuda hayal kırıklığına uğratabilir ama intiharlardan biri için nerede ise net bir açıklama getirip genel olarak anlatımı gerekçeleri aydınlatmaya değil olayların sonrasının üzerine kurması filme yardımcı olmuyor ve hikâyenin odağını iyi oturtamadığı hissinin doğmasına neden oluyor bu durum. Filme getirilebilecek bir başka eleştiri de belki asıl amacı kahramanının hayata tutunmasının sembolü olarak senaryoda yer alan aşk sahnelerinin bir süre sonra filmi asıl konusundan saptırması. Örneğin bir inşaat kamyonun arkasında, sadece ayakların göründüğü sahne veya kırlık bir alanda hayli uzak bir çekimle gösterilen sevişme sahnesi filmi yanlış bir atmosfere sokuyor ve ergenliğin kırılgan çağını yaşayan gencin filmini ergenliğin cinsel uyanışının hikâyesine dönüştürüyor bazı anlarda.

Basit ama basit olduğu kadar çarpıcı bir açılış sahnesi olan film özellikle seçilmiş görünen parlak ışığı ile karakterinin (veya bu karakterin aslında tüm o yaş gençlerinin sembolü olduğu düşünülürse tüm genç karakterlerinin) dünyasının “anormalliğini” vurguluyor ve özellikle geniş alanların görsel kullanımı ile ve boş bir inşaat alanı veya inşaat makineleri gibi mekan ve objeleri de hikayenin parçası yapmayı başarması ile dikkat çekiyor. Kahramanımızın okuldaki psikloğu ve özellikle ailesi ile olan ilişkileri ise senaryonun fazlası ile bilindik sularda gezinen zayıf anları. Özetle belki çok güçlü bir sinema dili olmayan ama çocuk/genç intiharı gibi zor bir konuyu ustalıkla ele almayı başaran bir film karşımızdaki. Kayıpların, özellikle de bu tür genç kayıpların korkunçluğu üzerine ilgiye değer bir film.

(“Everything is Fine” – “Her Şey Yolunda”)

2012 Festival Notları 4

Terraferma – Emanuele Crialese : Avrupa’ya deniz yolu ile kaçak girmeye çalışan göçmenlerin trajedisi üzerinden anlatılan hümanist, dürüst ve bir parça naif bir hikâye. Karakterlerini yeterince derin işleyemeyen ve sinema dilinin klasik kalıpları içinde hareket eden film bireysel çözümlerin öne çıktığı ve toplumsal değerlerin hızla yok olduğu günümüzün neo-liberal dünyasında yaşamın vicdan sahibi insanlar için ne kadar zor hatta imkânsız olacağını anlatmaya soyunması ile önemli. “Ötekine” bakışın nesiller arasında nasıl hoyratça değişebildiğini gösteren hikâyesi küçük de olsa umut veren sonu ile mutlu edebilir ama hayata tutunmak için teknelerinden denize atlayan göçmenler ile teknedeki parti sırasında müzik eşliğinde denize atlayan turistleri karşı karşıya getirerek belki fazla doğrudan ama iç acıtan bir metafor aracılığı ile etkileyici bir umutsuzluğun altını çiziyor. Kayığının kenarına son bir umut ile tutunan bir insanın ellerine kürekle vuran bireylerimiz hepimiz diyor bu film.
(“Memleket”)

Der Fluss war einst ein Mensch – Jan Zabeil : Bu yılın sürprizi. Bir oyuncu, bir kamera, bir sesçi ve beş sayfalık bir senaryo ile nasıl hem yüreğe hem beyne seslenen bir film çekilebileceğinin nerede ise mükemmel bir örneği. İlk filminde yönetmen Zabeil derin Afrika’da geçen hikâyesinde sessizlikler, boşluklar ve “mücadele” ile geçen sahnelerde sinemanın öncelikle bir görüntü sanatı olduğunu hatırlatıyor ve bunu üstelik nerede ise sık düşülen bir tuzağa hemen hiç düşmeden yapıyor; kamera Afrika’nın güzel görüntülerinin peşine takılmıyor veya egzotikliğin yorucu kolaylığına kapılmıyor. Alışık olduğumuz bir dünyanın hemen tamamen tersi bir dünya ile karşılaşmanın ve burada yalnız kalıp kaybolmanın bu çok başarılı hikâyesi kameraman Jakub Bejnarowicz’in ayrıca takdiri hak ettiği bir çalışma.
(“The River Used to Be a Man” – “Nehir Bir İnsandı”)

Sangue do Meu Sangue – João Canijo : Portekiz sinemasından zaman zaman Yunan trajedilerini çağrıştıran hikâyesi ile bir emekçi sınıf filmi. Başta Rita Blanco olmak üzere güçlü oyuncu kadrosu, yönetmenin çoğunlukla tek çekimle gerçekleştirdiği sahneleri, yumuşak kamera hareketleri ve ustalıklı yönetilmiş kalabalık oyunculu anları ile dikkat çekiyor bu çalışma. Tüm karakterlerinin şu ya da bu şekilde mutsuz olduğu film ilişkiler, sevgi ve dayanışma üzerine de ilgi çekici şeyler söylüyor ama trajedisinin zaman zaman bir soap opera havasından kurtulamamasından da epey zarar görüyor. Özetle Mike Leigh’ninkilere benzeyen ama hikâyesi ve sineması o denli güçlü olmayan bir film.
(“Blood of My Blood” – “Kendi Kanım”)