Stanley & Iris – Martin Ritt (1989)

“Yazamadıktan sonra ismin olsa ne olur? Okuyamıyorsan tam bir insan sayılır mısın?”

Okuma yazması olmayan bir adam ile ona öğretmenlik yapan bir emekçi kadının hikâyesi.

Martin Ritt, Robert de Niro ve Jane Fonda sinemanın ilki yönetmenlik, diğer ikisi oyunculuk alanında üç büyük ismi ve bu isimleri bir arada görünce beklentiniz ne kadar yükselirse, yaşanacak hayal kırıklığı da o kadar yüksek olacaktır bu filmi gördükten sonra. İngiliz yazar Pat Barker’ın romanından uyarlanan ama uyarlanırken de romanın karakterlerinden olay örgüsüne pek çok unsurunu ya tamamen yok eden ya da epey değiştiren ve değiştirirken de yumuşatan filmin en azından klasik Holywood filmlerinin aksine emekçi insanlar arasında yaşanan bir hikâyeye sahip olmak gibi bir güzelliği var ama sonuçta film televizyon filmi havalarında dolaşan, bir türlü kadronun vaat ettiği büyüleyiciliğe ulaşamayan bir çalışma olmuş.

Aralarında “Hud”, “The Spy Who came in From the Cold” ve “Edge of the City” gibi parlak örneklerin de bulunduğu filmlerin yönetmeni Ritt bu son filminde hak ettiği kalitede bir vedada bulunamamış. Robert de Niro’nun kendisine yakışan bir çekingenlik verdiği karakterindeki oyunu veya Fonda’nın sevgiye susamış karakterini kimi anlarda senaryoya rağmen inandırıcı kılan oyunu belki çok çarpıcı değiller ama idare ediyorlar. De Niro’nun yağmur altında otobüse binen Fonda’ya kendisine okuma yazmayı öğretmesini istediği sahnede hem De Niro’nun başarısı dikkat çekiyor hem de bu anlar filmin de nadir parlak anlarından birini oluşturuyor. Filmin vasatın üzerine çıkışlarının bu denli nadir olabilmesinin temel sorumlusu da senaryo olarak görünüyor. Ritt gibi bir yönetmenin altına imza atması imkânsız görünen anlamsız Hollywoodvari sonu (“Her şey mümkündür”!) bir kenara, senaryo olayların akışını kurmada daha doğrusu olayları akıtmakta oldukça yetersiz kalmış. Filmin başında görünen kız kardeş ve kocasının sonra ortadan kayboluvermesi, emekçinin hayatından görüntüler de olsun diye filme eklenmiş gibi görünen sahneler ve üzerine pek düşünülmemiş gibi görünen kurgusu ile film “olmamış” görünüyor kısacası.

Evet, film ana akım sinemanın görmezden geldiği bir yere, sıradan insanlara, bakmayı tercih etmiş ve sadece bu açıdan bile ilgiyi hak ediyor aslında. Güçlü bir dil ile anlatılmamış olsa da Hollywood’un zengin, dertsiz, tüketici karakterlerinin yerinde gerçek insanları görebilmek bir filmi başlı başına değerli kılıyor şüphesiz. Sinemanın o gösterişli karakterlerinin yerine insanı görebilmek perdede ki Ritt gibi televizyon kökenli yönetmenlerin Amerikan sinemasına en büyük armağanıdır bu durum, gerçek bir sinemaseveri tek başına mutlu edebilecek bir özellik şüphesiz. Keşkelerin fazlası ile söylenebileceği bir film bu nedenle karşımızdaki. Çağdaş sinemanın gürültü patırtısından uzak duran bu sosyal gerçekçi film yine de bir göz atılmayı hak ediyor özet olarak.

(“Stanley ve Iris”)

Beaufort – Joseph Cedar (2007)

“Burada bir adam öldü. Geldi, merhaba dedi ve öldü”

İsrail ordusunun 1982’de işgal ettiği Beaufort kalesindeki askerlerin 2000 yılında ve ordunun geri çekilmesinden hemen önce yaşadıklarının hikâyesi.

İsrail sineması ülkesini, savaşlarını ve bu savaşların kurbanları olan askerlerini sorgulamaya devam ediyor. Ebu Nidal örgütünün İsrailli bir elçiye suikast girişimine tepki olarak İsrail’in Güney Lübnan’ı işgali ile başlayan savaşın ve bu savaş sırasında ve sonrasında yaşanan travmaların askerler üzerindeki etkisi İsrailli yönetmenlerin ilgi alanı bir süredir. Bu filmden iki yıl sonra 2009’da çekilen Samuel Maoz’un başarılı çalışması “Lebanon” filminde olduğu gibi burada da hikâye savaşın sadece bir tarafına odaklanıyor ve iyi kötü veya doğru yanlış ayrımına girmeden savaş denen olgunun bireyleri içine düşürdüğü sefaletin resmini çiziyor. Ve “Lebanon” filminde tankın içinde geçen hikâyenin klostrofobisi kadar olmasada da bu filmde de kısıtlı ve çoğunlukla kapalı mekanlarda geçen hikâye yarattığı boğucu atmosfer aracılığı ile etkisini artırmayı başarıyor.

12. yüzyıldan kalan bir kalenin 1982 savaşı sırasında planlananın dışındaki gelişmeler sonucunda işgali ve daha sonra “İsrail ordusunun kahramanlığının” sembolüne dönüşmesi filmde konu alınan askerlerin hikâyesinin de başlangıcı. Uluslararası baskının sonucu olarak kaleyi boşaltacaklarını duymaya başlayan askerlerin bekleyiş hikâyesi özetle filmin anlattığı. Hiç görünmeyen düşmanın arada attığı bombalar, kollarında ölen asker arkadaşlarının yarattığı travmalar, anlamadıkları politik oyunların piyonları olduklarını düşünmenin yarattığı öfke ve beklemenin yarattığı bezginlik bu askerlerin içinde bulunduğu durumun özeti ve film tüm bu duyguları belki “Lebanon” filmi kadar etkileyici olmayan ama kesinlikle ilgiyi hak eden bir dil ile anlatıyor. Kalenin içinde inşa edilmiş koridorlar filmin güçlü görsel tasarımının baş göstergeleri. Kalın ve hantal görünümlü üniformaları içinde bu koridorlarda dolaşan askerlerin görüntüsü zaman zaman bir bilim kurgu havası yaratabilir seyredende. Evet, tıpkı bir bilim kurguda olduğu gibi gördüklerimizin bugüne, bildiğimiz ve anladığımız gerçeklere uymayan, farklı dünyalara ait olduklarını söylüyor bu görüntüler. İnsanlığın var oluşu ile başlayan ve hiç dinmeyen savaş fırtınasının bu derece normal karşılanır hale gelmiş olmasına rağmen, film bu genç askerlerin trajedisi üzerinden bunun normal olmasına direniyor adeta.

Filmin benzeri savaş filmi örnekleri ile kimi ortak noktaları ve bunun sonucu olarak onlarla paylaştığı klişeleri de var elbette ama bunlar pek de rahatsız etmeyecektir seyredeni. Örneğin portatif bir orgda çalınan duygusal bir veda şarkısına eşlik eden askerlerin görüntüleri çok tanıdık gelecektir ama eğer hikâyenin başından itibaren bu genç askerlerin yanında konumlandırabilmişseniz kendinizi, bu sahnede sizin de gözlerinizin ıslanması yüksek bir ihtimal. Senaryonun tercihleri de kendinizi bu karanlık ve izole ortamdaki askerlerin yanında hissetmenizi kolaylaştıracak yönde. Hem düşmanın filmde hiç görünmemesi hem de cephe gerisindekilerin, onları politik oyunlarının parçası yaparak askerlerin kaderleri üzerinde oynayan iktidar güçlerinin sesler dışında ortalıkta görünmemesi tüm ilginin bu askerlerde toplanmasını sağlıyor örneğin. Doğal oyunculukların da yardım ettiği bu durum filmin en güçlü yönlerinden biri. Başta askerlerin komutanı Liraz rolündeki Oshri Cohen olmak üzere tüm oyuncular filmin aktarmak istediği tüm duyguların seyirciye geçmesine yardımcı oluyor. Oshri Cohen bu hümanist ve liberal filmin kahramanını senaryonun başarısının da katkısı ile tüm boyutları ile getiriyor karşımıza.

Ron Loshem’in romanından yazar ve yönetmenin birlikte oluşturduğu senaryo yukarıda da belirtilen kimi klişelerden kurtulamamış ve örneğin bir karakteri yakından tanımaya başlıyorsak başına bir şeylerin geleceğinin kesin olması gibi gereksiz tuzaklara da düşmüş olsa da bu karanlık, kimi zaman gereğinden fazla ağır ve güçlü film İsrail sinemasının yüz akı örneklerinden biri. Finale doğru kaleyi terk etmek için bekleyen askerlerin sıkıntılı, gergin ve belirsizliğin yarattığı korkulu anlarında olduğu gibi yönetmen Joseph Cedar pek çok başarılı sahneye imza atmayı başarmış. Görece hareketsizliği bastıran kimi güçlü diyaloglar, piyano ağırlıklı ve basit ama güçlü bir müzik ve savaşın anlamsız korkunçluğunu gösteren asker yüzleri bir askerin filmde söylediği şarkıda olduğu gibi “bir başına kalan ve yavaşça çözülen” insanların hikâyesini seyre değer kılan diğer unsurlar. Görülmeli.

(“Bofor”)

Lila, Lila – Alain Gsponer (2009)

“Yazmak yazmamaktan daha kolay”

Tesadüfen bir çekmecede bulduğu roman taslağı ile üne kavuşan bir garsonun hikâyesi.

Alman sinemasından bir romantik komedi. Benzeri Amerikalı örneklerini aratmayan, onlar gibi sonu başından belli, kahramanlarının sevimliliğine dayanan ve asla şaşırtmayan bir film. Alman sinemasının aralıksız film çeviriyor gibi görünen yetenekli yıldızı Daniel Brühl’ün başarılı oyunculuğu ile sürüklediği film edebiyat üzerine pek derin olmasa da kimi sözleri ile farklılaşıyor gibi görünebilir ama bu sözler de iz bırakacak içerikte değiller.

Bir eleştirmenin dediği gibi başkasının yaratıcılığını sahiplenen bir filmin kendisinin de pek yaratıcı olmaması bir ironi gerçekten. Baş oyuncuları Daniel Brühl ve Hannah Herzsprung ile yeterince sevimli, kimi komik anları yeterince komik ve başlattığı yalanların sonuçları ile baş edemeyen genç adamın yaşadıkları ile yeterince ilgi çekici ama film herhangi bir anında yeni bir şey söyleyemiyor. Filmin yaratıcılarının Brühl’ün varlığını yeterli gördüğü ve üzerinde yeterince çalışmadığı kimi sahneler, örneğin parti sahnesi, filmin daha ileri bir noktaya gitmesine engel olmuş görünüyor. Romanın gerçek yazarı olarak ortaya çıkan adam için filmin seyirciden sempati mi, acıma mı yoksa öfke mi beklediğini açık etmemesi ve özellikle adamın başına gelenlerin sertliği filmin romantik komedisinin seyirciye nüfuz etmesini bazı anlarda zorlaştırsa da bu anlarda da Brühl yetişiyor imdada ve sahneleri kurtarıyor.

Ukala edebiyat öğrencilerinden erkek ile kadının arasındaki aşkın başlama, gelişme ve sonuç akışına kadar senaryo alışılan standartları birbir karşımıza getiriyor ama sonuçta bir romantik komedi bu: Romantizmi de komedisi de alışılmış olmalı ki rahatlıkla içine girilebilsin ve bir yandan aşkın bir yandan komedinin keyfi sürülebilsin. Özetle bir “romantik komedi” ve türünün seyredilip unutulabilecek örneklerinden biri. Yine de konunun odağında bir kitabın yer almasının ve kapanış jeneriğinin kitap görüntüleri ile süslenmiş olmasının güzelliğini atlamayalım. Özellikle yazarın kalabalık bir kitle önünde kitabını okuduğu sahneler bizde çoktan unutulmuş olan bu geleneğin güzelliğini hatırlatıyor ki bazı anlarda filmi unutup sadece bu güzelliğe odaklanarak keyif alabilirsiniz filmden.

(“My Words My Lies – My Love”)

La Mujer del Anarquista – Marie Noelle / Peter Sehr (2008)

“Alçak sesle şarkı söyleriz sevgi için / Yüksek sesle de özgürlük için”

İspanya İç savaşı sonrasında ayrı düşen bir “anarşist” ile karısının hikâyesi.

İki yönetmenin (Marie Noelle ve Peter Sehr) birlikte çektikleri ve iç savaş fonunda bir aşk mı yoksa aşk fonunda bir iç savaş filmi mi olacağına karar verememiş görünen bir çalışma. Madrid’in henüz faşist diktatör Franco’nun kuvvetlerinin eline geçmediği günlerde başlayıp yenilgi sonrasında sürgün günlerindeki mücadele ile devam eden film çoğunlukla bir televizyon filmi havasında ve kısa sahneler ile anlatılan, gösterdiği tüm çabaya rağmen ne yenik devrimcilerin hüznünü ne de büyük bir aşkın hikâyesini yeterince etkili aktarabilen bir çalışma.

Zaman zaman gösterilen kimi gerçek görüntülerine rağmen film ne bu yöntemi kullanan başarılı benzerlerinin aksine bir gerçeklik havasını yeterince taşıyabiliyor ne de güçlü bir sinema dili ile anlatılmış bir kurgu filmi olmayı başarabiliyor. Devrimcilerin tarafından anlatılmış bir hikâye olmasına rağmen onların yargısız infaz sahnesindeki gibi kötülüklerini de sergilemeye çalışan film bu arada ihanetler, çarpışmalar ve kayıplar (hem maddi hem manevi kayıplar) üzerinden bir savaş hikâyesi de anlatmaya soyunmuş ama ortaya çıkan yeterince orijinal olmayan ve hatta kimi anlarında klişe karakterler üzerinden ilerleyen bir eser olmaktan kurtulamamış. Filmin başarısızlığının temel nedenlerinden biri olan hikâyenin zayıflığını gösteren bu tercihler, örneğin kızın babasının başka bir kadın ile ilişkisinin olduğunu düşünmesine neden olan yanlış anlamalar, filme epey zarar vermiş. Yönetmenlerin zayıf anlatımı da filmin yetersizliğinin ikinci nedeni olarak kendini gösteriyor ve örneğin savaşı seyredenlerin gözünde bir anda geri plana iten kimi erotik sahnelerdeki tercihler yönetmenlerden sinemasal beklentilerinizin düşmesine neden oluyor.

İdare eden ama dikkati çekici yanları olmayan oyunculuklar, aralarında sadece yedi yaş farkı olan oyuncuların anne ile kızını canlandırması gibi gariplikler ve Yeşilçam sahnelerini aratmayan kendini yatağa atıp ağlamaları ile film vasat olmaktan ileriye çıkamıyor doğal olarak. Mağlup devrimcinin hüznü veya büyük bir aşkın peşinde iseniz başka örnekleri denemekte yarar var.

(“The Anarchist’s Wife” – “Anarşistin Karısı”)