Klopka – Srdan Golubovic (2007)

“Küçükken bir dileğim vardı. Hayatım bir film gibi olsun istemiştim; istediğin zaman durdurup geri sarabileceğin bir film”

Acil olarak ameliyat olması gereken çocuğu için para bulmaya çalışan bir adamın hikayesi.

Miloseviç sonrası Sırbistan’ında yaşanan bir dramın hikâyesini sergileyen film yeni ekonomik düzenin (hızla yerleşen neo-liberal düzenin) sonuçlarından birini anlatmaya soyunuyor. Zaman zaman dram ve gerilim öğeleri filmin sorguladığı bu yeni düzeni geri plana iter gibi olsa da ve film Hollywoodvari bir akışa bürünse de genel olarak derdini anlatmayı beceren, eli yüzü düzgün ve psikolojik gerilimi dozunda ve başarı ile kullanan bir çalışma olmuş. Hikâyedeki inandırıcılığı zayıflatan kimi gelişmeler ise filmin en zayıf yanı olarak görünüyor.

Yeni ekonomik, sosyal ve siyasi düzen içinde yolunu bulmaya çalışan ve bu arada yozlaşmaların, zengin ile yoksul arasındaki gelir farkı uçurumlarının başını alıp gitmesinin ve ahlâki değerlerin kaybolmasının en uç düzeydeki örneklerini yaşayan toplumdaki ailelerden birini ele alıyor film ve hikâyenin merkezindeki “yaşamak için ameliyat olması gereken küçük çocuk” motifini fazlası ile öne çıkarsa da asıl derdi olan unsurları bu merkezin etrafında da olsa karşımıza getirmeyi başarıyor. Adamın yabancı şirketler tarafından satın alınmayı (özelleştirilmeyi) bekleyen ve işlerin durduğu bir inşaat şirketinde çalışıyor olması, kendisinin mühendis ve karısının öğretmen olmasına rağmen mesleklerinin, daha doğrusu mesleklerini yapmayı tercih ettikleri şekillerinin onları bu yeni düzende yoksullaştırmış olması ve kredi için gidilen bir bankada yaşadıkları kimi zaman biraz sembolik ve yüzeysel kalsa da, filmin yaratıcılarının bu yeni düzenin sonucundan seçtiklerinin kimi çarpıcı örneklerini oluşturuyor. Adamın işçiler ile olan ilişkisini yeni düzene hızla ayak uydurmuş arkadaşının kendi işçilerine olan yaklaşımı ile kıyaslayan film kadının özel ders vermek yerine devlet okulunda öğretmenlik yapmaya devam etmesini ve kimi benzer kıyaslamaları hep yeni düzenin sonuçlarını sergilemek için kullanmış. Bu açıdan filmin en çarpıcı anlarından birini bankada karşılaşılan muamele oluşturuyor. Yeni düzenle birlikte ülkeye hücum eden yabancı bankalardan birinin çalışanı hiç varlığı olmayan bu aileye kredi vermenin imkânsızlığını yüzünden hiç eksiltmediği yapay bir gülümseme ile ifade ederken, bankanın kuralı gereği müşteri ile konuşurken hep gülmek zorunda olduğunu acı bir şekilde açıklıyor bu sahnede. Çocuğun doktoru ile adam arasındaki Renault 4 muhabbetini ise film, eski düzenin artık geri gelmeyecek günlerine özlemin bir aracı olarak kullanıyor. Yugoslavya’nın parçalanmasından önce Slovenya’da da üretilen ve o dönemde ülkede yaygın olarak kullanılan bu araba kadar “modası geçmiş” günlerin özlemi burada söz konusu edilen.

Yeni düzenin zenginlerinin önce pahalı çerçeveler satın alıp sonra bu çerçevenin içini dolduracak resimler aradığı toplumda trafik ışıklarında arabaların camlarını silen çocuklardan ailesinin zenginliğinin küstahlaştırdığı gençlere film sıkıntısını aslında çok iyi vurguluyor ama filmin bir problemi de burada ortaya çıkıyor; zaman zaman fazlası ile bir “örneklendirme veya altını çizme” telaşı var filmin. Buna bir de dozu bir parça kaçmış görünen tesadüfleri de ekleyince film derinliğini sık sık kaybediyor gibi görünüyor. Adamın para bulmak için kabul ettiği “iş” ile ilgili tereddütte de biraz sıkıntı yaşamış hikâye; yaşanan ikilemin senaryodaki zamanlaması problemli örneğin. Yine de başrol oyuncusu Nebojsa Glogovac’in başarılı oyunu ile canlandırdığı adamın yapmak zorunda kaldığı işin öncesi ve sonrasında yaşadığı ikilem, çok iyi bağlanmış bir final ve etki gücü yüksek dramı ile ilgiyi hak eden bir film bu. Macbeth’i hatırlatan el yıkama sahnesinden Suç ve Ceza’yı hatırlatan anlarına, film kimi göndermeleri de ilginç olmayı başaran bir çalışma özet olarak.

(“The Trap” – “Tuzak”)

La Déclaration – Debout sur le Zinc (2006)

Fransız grup “Debout Sur Le Zinc” ve müthiş şarkıları. Aşkını ilan ederken “sen benim evimsin” diyen birinin elbette “gerisini konuşuruz” demeye de hakkı vardır. Grubun isminin çıkış noktası başka olsa da bu ifadenin ölümsüz Fransız şair Jacques Prevert’in “Et La Fête Continue” şiirinde yer alması onların bu ismi benimsemesi için asıl etken olmuş. Sakin başlayan, gümbür gümbür sona eren şarkıyı her dinlediğimde, müzik endüstrisinin empoze ettiklerinin neleri kaçırmamıza neden olduğunu bir kez daha fark ediyorum.

Restless – Gus Van Sant (2011)

“Bu ay katıldığın dördüncü cenaze bu. Ya dünyanın en talihsiz gencisin ya da eşek şakasından hoşlanan delinin tekisin”

Ölümcül derecede kanser hastası bir genç kız, trajik bir geçmişi olan bunalımlı bir genç erkek ve erkeğin hayali arkadaşı olan bir Japon kamikaze pilotunun hikayesi.

Gus Van Sant “Elephant” ve “Paranoid Park” filmlerinden sonra bir kez daha ergenlik çağındaki gençlerin dünyasını anlatıyor. Senaryosu Jason Lew’a ait olan filmin hikâyesi yukarıdaki özetin çağrıştırdığından daha fazlasını içermiyor aslında. Filmi farklı kılan Gus Van Sant’ın dokunuşu oluyor ama bu dokunuş filmi yeterince üst düzeylere çıkarabilmiş mi, orası tartışmalı biraz.

Karakterlere ve içinde bulundukları duruma aşina olduktan sonra nasıl sona ereceğini kolayca tahmin edebileceğiniz filmlerden biri bu; kız ölecek ve oğlan “iyileşecektir”. Bu açıdan bir farklılığı yok filmin benzerlerinden ve zaten böyle bir derdi de yok görünüyor. Hayat, aşk ve özellikle ölüm hakkında bir film karşımızdaki. İlk aşkın masum güzelliği ile hayatın geçmişte kaybettiklerimizin ve gelecekte kaybedeceklerimizin neden olduğu tüm acılara rağmen peşine düştüğümüz bir vazgeçilmez olduğu ve özellikle de ölüm karşısında insanoğlunun hali filmin hikâye boyunca sık sık gündeme getirdiği temalar. İki genç kahramanının tanışmalarına da vesile olan tanımadıkları insanların cenazelerine gitme alışkanlıkları, genç kızın ölümcül bir hastalığa yakalanmış olması, ziyaret için seçtikleri yerlerden birisinin morg olması ve geçmişinde ölümlerle sonuçlanan trajik bir olay yaşamış olan genç oğlanın hayali bir arkadaş olarak kendisine bir kamikaze pilotunun hayaletini seçmiş olması filmin ölümü ve hissettirdiklerini sürekli önümüzde tutmasına neden oluyor. Tıpkı kahramanlarından beklediği gibi bizden de ölümle barışmamızı isteyen bir film bu ve belkide en büyük başarısı yönetmenin bu sevimsiz olguyu, ölümü incelikli anlatımı ile doğal kılabilmesi. Kısa süreceğinin kesinliğinden ve iki yaralı ruhun arasından yaşanmasından dolayı hayli kırılgan niteliği olan bir aşkı nerede ise yaşam sevinci hissettirecek bir biçim ve içerik ile ele alan film gözyaşı döktürmenin değil düşündürmenin ve hissettirmenin peşine düşerek doğru ve etkileyici bir seçim yapmış görünüyor.

Ölmekte olan kızın yarı ölü bir hayat süren oğlana hayatını geri kazanmakta yardımcı olmasını anlattığı da söylenebilecek olan filmin sonbahar ışıklarının yumuşaklığı ile sergilenen görüntülerinin üzerinde de durmak gerekiyor. Harris Savides’in görüntüleri aracılığı ile karakterleri sık sık gün batımındaki ışığın yumuşaklığı altında gösteren film bu anlamda atmosferi için doğru bir seçim yapmış ama kimi iç sahnelerde sorun da yaratmış bu durum. Benzer şekilde filmin Danny Elfman imzalı müzikleri de etkileyici olmakla birlikte filmin atmosferi için fazlası ile tahmin edilebilir tonlar taşıyor. Buna karşılık filmde kendine yer bulan kimi şarkıların hayli etkileyici olduğunu söyleyelim; Bon Iver’dan Sufjan Stevens’a ve Nico’ya ünlü isimlerin seslendirdiği şarkılar kesinlikle çok keyifli. Filmin oyunculuklar açısından da bir parça sıkıntısı var aslında. Genç kızı canlandıran Mia Wasikowska dışındaki isimlerin performansları genel olarak vasat bir düzeyde seyrediyor. Filmin kendisine adandığı ünlü oyuncu Dennis Hopper’ın oğlu olan Harry Hopper hüzünlü ve gerektiğinde de sevimli yüz ifadesi ile işini görüyor ama oyununun güçlü olduğu pek söylenemez.

Genç kızın “A Bout de Souffle – Serseri Aşıklar” filmindeki ölümsüz Jean Seberg’inki gibi kısa kesilmiş saçları ve keyifli bir sahnede dinlediğimiz Pink Martini’nin Fransızca şarkısı “Sympathique” gibi unsurların da desteklediği bir Fransız havası da var filmin. Gerek bu “Avrupalı” atmosferi gerekse Gus Van Sant’ın bu sıradan hikâyeyi yalın ve yumuşak bir şekilde anlatması, evet filmi farklı kılmış ama sonuçta elimizdeki hikâye çok kaba bir benzetme ile bir “Love Story” aslında. Her sabah bir gün daha yaşıyor olmanın coşkusuyla öten kuşlar üzerinden, yaşadığımız her gün için minnettar olmamız gerektiğini söyleyen hikâye yine de melodramdan ustaca kaçınması (“Love Story” filminde yapılanın tam aksine) ve aşkın doğal bir şekilde gelişimini zarif bir biçimde anlatması ile ilgiyi hak ediyor. Elbette daha ilginç karakterler ve daha derinlikli bir senaryo olsaymş daha da ilginç olabilirmiş diye de ekleyelim.

(“Senin İçin”)

California Suite – Herbert Ross (1978)

“Çok garip! Sekiz yıl boyunca Ulusal Tiyatro’da iki Pinter, dokuz Shakespeare ve üç Shaw oynadım, ve şimdi aptal bir komedi filmi ile Oscar’a aday gösterildim”

Lüks Beverly Hills otelinde dört ayrı odada yaşananların hikâyesi.

Çok zengin kadrosu, Neil Simon senaryosu ve bu tarz hafif filmlerin ustası Herbert Ross’un yönetmenliği ile potansiyel olarak ilgiyi çeken bir film. Aynı mekanda ve aynı zamanda geçen ama hiç çakışmayan ve bu nedenle birbirinden tamamen bağımsız dört ayrı hikâyesi olan film her bölümünde aynı düzeyi tutturamasa da eğlendiriyor kesinlikle ama bundan daha öteye de gidemiyor açıkçası.

Hikâyelerinin birbirinden bağımsız olması ile ve içerikleri açısından düşünüldüğünde daha çok Neil Simon’ın dört ayrı kısa tiyatro oyununun yumuşak ve eğlenceli bir anlatım ile sinemaya aktarılmış hali gibi duran filmin hedefini tam olarak tutturamasa da eğlendirmeyi başardığını söyleyelim öncelikle. Ne var ki ilişkileri olmayan hatta karakterlerinin bir kez bile karşılaşmadığı dört ayrı hikâyeyi paralel olarak anlatmayı tercih etmesi ile eğlendirme gücünü zayıflatmış her nedense. Zaman zaman hikâyelerden biri uzun süre görüntüye gelmiyor diğer üçünü seyrederken ve bu da komedisinin etkileyiciliğini düşürüyor. Düşürüyor çünkü tanımaya başladığınız karakterleri araya giren diğer hikâyeler nedeni ile unutmaya başlıyorsunuz. Tercih bu dört ayrı hikâyeyi ya bir zorlama hissi de yaratmadan ilişkilendirebilmek ya da daha radikal bir bakışla her birini başta sona bir defada tek tek anlatmak olmalıydı. Bu hali ile her bir hikâye farklı bir sitcom bölümü gibi duruyor.

Yıllar önce boşanmış olan bir adam ve kadının (Alan Alda ve Jane Fonda) sorunları olan genç kızları için bir araya geldiği ilk hikâye hem dramı hem de Neil Simon’ın çarpıcı üslubunun izlerini taşıyan başarılı diyaloglarının zenginleştirdiği komedisi ile dikkat çekiyor. Fonda’nın başarılı oyununun da öne çıktığı hikâye annelik ile başarılı politikacılığının arasında sıkışmış olan kadının durumunu 80’lerin Yeni Sağ akımına da göz kırpan bir şekilde ele alıyor maalesef ve güçlü kadının ailede yarattığı sorunu işaret ediyor sanki. Bu hikâye adam ve kadın arasındaki eğlenceli kelime oyunları, imalar ve oyunculukları ile en çok öne çıkan iki bölümden biri.

Filmin ikinci hikâyesi Maggie Smith ve Michael Caine ikilisini getiriyor karşımıza. Biseksüel ve karısını “kendince” seven bir adam ile onun Oscar’a aday gösterilmiş ünlü tiyatrocu karısını, kadının Oscar telaşı üzerinden anlatan bölüm öncelikle Maggie Smith’in başarıya ama ondan da çok kocasından asla istediği biçimde alamayacağı sevgiye aç kadını başarı ile canlandırması ile dikkat çekiyor. Filmin ilk hikâye ile birlikte en başarılı iki bölümünden biri bu ve yine Simon’ın ustalıklı diyalogları ile kendisini ilgi ile seyrettiriyor ama asıl öne çıkan Maggie Smith’in performansı bu bölümde.

Ücüncü hikâye Walter Matthau ve Elaine May’in oyunculukları ile bir gaflet anında ve kısmen de tuzağa düşürülerek eşini aldatan bir adamın karısından bu durumu gizleme çabasını anlatıyor. Matthau eğlenceli ve yatakta yatmakta olan hayat kadınını karısından gizlemeye çalışan adamın kalp krizi geçirtecek telaşı komik ama hikâye vurucu bir final yapamaması ve tekrara düşmesi ile istendiği kadar etkileyici değil yine de.

Son bölüm iki siyah komedi ustasını, Richard Pryor ve Bill Cosby, karşımıza getiriyor ve hikâyesinin diğerleri ile karşılaştırıldığında açıkça zayıf kaldığı görülüyor. Komedisi tamamen iki oyuncusunun performansına dayanan hikâye, başlarına gelenlerin talihsizliği açısından en zavallı karakterlere sahip ve ikisi de doktor ve “siyah” olan adamların bu zavallılıkları dikkat çekiyor açıkçası. Hikâyeyi seyrederken doktor dolayısı ile en azından alt sınıftan olmayan bu karakterlerin olayların geçtiği zengin ve beyaz ortama yakışmadığının ima edildiğini düşünebilirsiniz nerede ise.

Özetle bağımsız dört ayrı hikâye içeren, usta oyuncuları ile dikkat çeken, yeterince eğlendiren (ve ilginç bir şekilde en sağlam kahkahaları en azyıf bölümlerinden birinde attıran) ama bir şekilde gücü zayıf kalmış bir film. Komedisi ve kimi tek cümlelik esprileri çoğunlukla sitcom’a uygun olsa da keyif verecektir seyrederken.

(“Kaliforniya Süit”)