A Knight’s Tale – Brian Helgeland (2001)

“Öyleyse, zayıflığını da göstermiş oldu. Merhamet zayıflıktan başka bir şey değildir çünkü”

Köylü bir şövalye yardımcısının ustasının ölümünden sonra kendisine yarattığı sahte soylu kimliği ile bir şövalye olarak yaşadıklarının hikâyesi.

Amerikan sinemasından büyükler için masal. Brian Helgeland ortaçağdaki “jousting” olarak bilinen şövalye dövüşleri üzerinden komedisi, aksiyonu ve romantizmi olan bir masal anlatıyor senaryosunu da kendisinin yazdığı filmde. Zayıf hikâyesi ve aslında bunu dert de etmeyen yapısı ile filmi sinemasal açıdan ciddiye almanın imkânı yok. Filmi benzerlerinden ayıran yanı, müzik ve hikâye alanlarında ortaçağın günlük gerçeklerine aykırı düşen tercihleri sadece. Kimi tercihlerin ilginç olduğu ve filme renk kattığı açık ama aynı zamanda filmin fantezi yanının boyutunu artırıyor bu durum ve filmi bir noktadan sonra iyice gayriciddi bir hale sokuyor.

Bir çitin iki farlı tarafından birbirlerine doğru süratle gelen iki atlı şövalyenin ellerindeki mızrakları kullanarak rakibine vurmaya veya onu atından düşürmeye çalıştığı “jousting” oyunu hikâyemize göre sadece asil kökleri olan şövalyelerin yapmasına izin verilen bir oyun. Heath Ledger’ın filmin diğer oyuncuları gibi komediye başarı ile uyum gösterdiği ve eğlendirmeyi başaran oyunu ile canlandırdığı baş karakterimiz bu nedenle kendisine sahte bir kimlik yaratıyor ve babasının “bir erkek kaderini etkileyen yıldızları değiştirebilir” cümlesini doğrulamaya girişiyor. Hikâyedeki aristokrat ve köylü sınıf değinmelerine takılmamak gerekiyor; filmin bir sınıf kavgasını önümüze getirdiği yok kesinlikle. Evet bir farktan söz ediyor ama önerdiği çözüm alt sınıfın (bu örnekte köylülerin) bir şekilde hak ederek (sadece soylu bir sınıftan olan insandan beklenecek şekilde göstereceği fedakârlık ve kahramanlıklar ile örneğin) üst sınıfa kabul edilebileceğini söylemekten ileri gitmiyor. Kül Kedisi’nin prensi güzelliği ile büyüleyip onun sınıfına geçmesinden bir farkı yok özetle olan bitenin. Hikayenin bu yapısı da karşımızdakinin klasik masallardan bir farkı olmadığını gösteriyor.

Filmi farklı kılan ise özellikle müzik kullanımında gösterdiği cüretkar yaklaşım. Açılışını Queen’in “We Will Rock You” adlı şarkısı ile yapan film daha sonra Eric Clapton’dan David Bowie’ye, Thin Lizzy’den AC/DC grubuna günümüz rock müziğinden seçtiklerini bir Ortaçağ hikâyesine fon olarak kullanıyor. Klasik yaklaşımın dışına çıkılması nedeni ile başta oldukça şaşırtan bu seçim sonradan filmin fazlası ile hafif/basit yapısı ve şarkıların kendi güzelliği nedeni ile yadırgatıcılığını yitiriyor. Helgeland günümüzün değerlerini bu ortaçağ hikâyesine uyarlarken sadece müziğe değil davranış şekillerine de başvuruyor. Örneğin şövalyelerin dövüş öncesi tanıtımını yapan çığırtkanlar bugünün Amerikan güreşlerindeki sunuculardan farklı değil konuşmalarının içerikleri ve üslupları ile. Benzer bir şekilde seyircilerin tezahüratları da bir futbol stadında duyup göreceklerinizden ayırt edemeyebilirsiniz. Tüm bu seçimlerin filme bir ilginçlik kattığı açık ama yukarıda vurguladığım gibi filmin gayriciddiliğini iyice artıran bir durum bu aynı zamanda. Yine de yönetmenin tercihlerinin filmin en başarılı oyuncusu olan ve hikâyede ünlü İngiliz yazar Geoffrey Chaucer’i canlandıran Paul Bettany’in keyifli performansını sergilemesine imkân sağladığını da söylemek gerek.

Film üzerinde durmaya değmeyecek çok zayıf hikâyesi bir kenara bırakılırsa, defalarca tekrarlandığı için bir süre sonra sıkmasına rağmen “jousting” sahnelerinin başarısı, toplu bir romantik mektup yazma sahnesinin komik hüznü, tüm oyuncularının keyif alarak oynadıklarını hissettiren oyunları ile ilgi çekebilir. Bir masalı günümüz öğelerini kullanarak anlatırken içeriğindeki sınıfsal yanlış bakışlardan arındırılmasını ve masalın eşitlikçi bir bakış ile karşımıza getirilmesini bir Hollywood filminden bekleyemeyiz elbette. Sonuçta karşımızdaki kendi çapında eğlenceli ama seyrettikten hemen sonra değil seyrederken bile unutulmayı hak eden basit bir çalışma. Belki de filmin MTV kuşağı hedeflenerek yaratıldığını öne sürmek filmi özetlemek için en doğru yaklaşım olur. Şarkılarından disko danslarına filmin türünü yenileme gibi bir iddiası olmuş ise eğer, filmin bu konuda fena halde yanıldığını ve sadece bir fantezi olarak kaldığı da kesinlikle söylenebilir.

(“Şövalye”)

Blow Out – Brian De Palma (1981)

“Söyle bana, nedir bu? Bir tür komünist komplo mu ya da belki de sokakta elinde tüfekle dolaşan birkaç ayetullah vardır. Neden her şey bir komplo olmak zorunda?”

Tanık olduğu bir kaza sırasında kaydettiği seslerden yola çıkarak olayın bir cinayet olduğunu keşfeden bir ses teknisyeninin gerçeği ortaya çıkarma çabasının hikâyesi.

Avrupa sinemasından “Blow Up” filmine Amerikan sinemasından “Blow Out” ile verilmiş bir cevap. Michelangelo Antonioni 1966’da algılar ve sübjektifliği üzerine bir fotoğraftan yola çıkarak bir başyapıta imza atmıştı. Onun görsel algılar üzerine yaptığı denemeyi Brian de Palma ses üzerinden tekrarlıyor ve tıpkı ilk filmdeki gibi ortada bir cinayet olduğunu kanıtlamaya çalışan bir adamı anlatıyor. İlk filmdeki fotoğrafçı burada bir sesçiye dönüşürken iki filmin sinemasal değerleri pek de aynı ayarda değil. Palma algılar ve bunların gerçekliği üzerine herhangi bir “entelektüel” düşünce üretmiyor elbette ve süratle gerçeğin ne olduğunu değil gerçeği kanıtlama telaşındaki bir adamın aksiyon dolu hikâyesine kayıyor.

John Travolta’nın “yeterli” oyunu ile canlandırdığı sesçinin bu hikâyesi bir gerilim filmi olarak bugün biraz eskimiş görünse de, bölünmüş perde kullanımı, zumlar ve çarpıcı kamera açıları ile ilgi çekiyor öncelikle. Hikâyenin zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaşması filme darbe vuruyor ve tadını çıkarmak için de bu kimi anlamsızlıklara takılmamak gerekiyor. Bir hayat kadının peşine düşen katilin onu öldürmek için kullandığı bıçağı kadını takip ederken girdiği bir marketin et reyonundan alması, katilin farklı bir kimlik ile çağırdığı kadının düşeceği tuzağın herhalde sadece kadın ve sesçi tarafından anlaşılmaması veya katilin bir odadaki yüzlerce kasedi tek tek silmesi pek yenilir yutulur anlamsızlıklar değil kesinlikle. Anlaşılan Brian de Palma Antonioni’den esinlenen bir filmden yola çıkmanın ve keyifli (ama kesinlikle düz) bir gerilim filminin çekmenin peşine düşüp inandırıcılığı zorlayan gelişmeleri pek de umursamamış. Katil karakterinin hayli zayıf ve tuhaf çizildiğini de buna eklersek senaryodaki aksamaları net bir şekilde belirtmiş oluruz.

“Ses” ile yola çıksa da ses ile eşleştirilen ve büyütülen görüntüler üzerinden de ilerleyen filmin ses ve görüntü kurgusu veya daha doğru bir deyiş ile sinemadaki kurgu üzerine bir film olduğunu da belirtmek gerek. Travolta’nın bugün komik görünecek teknolojiler (ses kaydı için omuza asılan o koca teyp örneğin, sıkı bir kahkaha attırabilir) ile gerçeği herkese anlatabilmek için yaptığı denemeler sinema sanatı meraklıları ve genel olarak görüntü ve ses düşkünleri için hayli keyifli anlara sahip bir eser yapıyor karşımızdaki filmi. Ucuz filmler için ses efektleri üretirken kahramanımız filmin başında çektikleri bir filmdeki cinayet sahnesi için “mükemmel” çığlığı arıyor ve bu çığlığı filmin sonunda gerçek hayatın içinden bulup çıkarıyor. Senaryonun bu parlak buluşu hem hikâyeye keyif katıyor hem de sanatın hayattan (veya tersi) etkilenmesinin bir örneğini oluşturuyor. Pino Donaggio’nun filmin atmosferine uygun müziği ve özellikle usta görüntü yönetmeni Vilmos Zsigmond’un çok başarılı görüntülerinin ayrıca zenginleştirdiği filmin özet olarak tekniğinin sağlam, anlatımının iyi ama hikâyesinin sıkıntılı olduğu söylenebilir. Finale yakın karşımıza gelen havai fişekler altındaki veda sahnesinin tek başına bile tekniğinin ne kadar sağlam olduğunu ispatlayabildiği film keşke hikâyesini daha inandırıcı kılabilse ve örneğin yine finaldeki Travolta’nın kahramanlık şovları gibi inandırıcılığın yanına bile yaklaşamayan sahnelerden uzak dursaymış. Evet bir Antonioni filmi beklemiyoruz ondan ama Palma en azından bu konuda daha hassas olsaymış. Son olarak filmin sadece “Blow Up” değil belki de en az onun kadar Francis Ford Coppola’nın “The Conversation” filminden de esintiler taşıdığını söyleyelim. Meraklısını tatmin edecek gerilimi ve iyi tekniği ile ilgi görmeyi hak ediyor özetle.

(“Patlama”)

Über Uns Das All – Jan Schomburg (2011)

“Sanki her şeyi yanında götürmüş ve ondan geriye hiçbir iz kalmamış gibi”

Kocasının beklenmedik intiharı ile sarsılan bir kadının, adamın hayatındaki yalanları keşfetmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Alman yönetmen Jan Schomburg’un senaryosunu da yazdığı ve başta Sandra Hüller olmak üzere öncelikle oyuncuları ve senaryosundaki bazı boşluklara ve hikâyenin akışındaki kimi aksamalarına rağmen “tarihin tekrarlanabilirliği” üzerine olan teması ile dikkat çeken bir çalışma. Tam bir başarı olmasa da ve Avrupa sinemasında sıkça görülen bir hastalığın, hikâyenin zaman zaman ihmal edilmesinin, izlerini taşısa da ilgiye değecek bir film.

Shakespeare’in 116 numaralı sonesi okunurken kadının başını eğip okuyanı yüzünde küçük bir gülümseme ile dinlediği bir görüntü ile başlayan film bu açılışından trajedi anına kadar mutlu bir birlikteliğin resmini sergiliyor bize. İntihar ve ardından keşfedilen kocanın hayatındaki büyük yalan ve kadının hayatını üzerine kurduğu “gerçeklerin” aslında doğru olmadığını keşfetmesi ile şık ve etkileyici bir giriş yapıyor filmimiz. Kadının trajedisini göz yaşartıcı sahnelerle getirmiyor karşımıza yönetmen; aksine intihardan dolayı ve onun kadar trajik bir durum olan kocasını aslında tanımamış olduğu gerçeği ile baş etmeye çalışırken yaşadığı trajediyi bize kadının arayışı üzerinden aktarmayı tercih ediyor Schomburg.

Shakespeare’in 116 numaralı sonesi gerçek aşkın güçlü bir tanımını yaparken, onun değişen koşullar altında değişmeyeceğini, zamanın acımasız yıpratıcılığından muaf olduğunu ve mahşere kadar süreceğini ifade eder. Hikayemizde kadının aşkının nesnesini beklenmedik ve trajik bir biçimde yitirmesi tıpkı sonenin de belirttiği gibi aşkı yok etmiyor ve kadın bu aşkı bir başkasına taşıyarak yoluna devam ediyor. İki erkeğin kimi benzerliklerine, saçlarını elleri ile benzer bir biçimde düzeltmelerinden Marsilya hayallerine, odaklanan hikâye bir anlamda hem soneyi doğruluyor hem de tarihin tekrarlanması kuralını da hatırlatıyor bize. Karl Marx Hegel’in tarihteki bütün önemli olay ve kişiliklerin en az iki kez ortaya çıktığını savlayan cümlesini “doğru ama bunların birincisi trajedi, ikincisi ise fars biçiminde oluşur” ifadesi ile tamamlamıştı. Hikâyemizde aşkın ilk görünümü trajedi ile sonuçlanıyor gerçekten de. İkincisi ise güneşli bir Marsilya görüntüsü ile şimdilik (filmin finali itibari ile bir son bu, sonrasında ne olacaktır bilmiyoruz elbette) sona ererken, ileride bir fars ile mi karşılaşacak karakterlerimiz bilmiyoruz ama sonuçta komedinin sıcaklığını taşıyan bir son sunuyor bize yönetmen.

Schomburg’un hikâyesi ilişkilerde bireylerin birbirini tanıması (daha doğrusu ne kadar tanıyabileceği) üzerine de düşündüren bir yapıya sahip. Kadın intihar eden kocasının nedenini anlayamadığı büyük yalanından yola çıkarak onu aslında belki de hiç tanımadığını keşfederken, hayatına giren yeni erkek de eski sevgilisi ile birbirlerini aslında pek de tanımadıklarını bir arkadaşına itiraf ediyor örneğin. Finaldeki aşk ise birbirlerini çok da tanımayan iki insanın adeta “yarattığı” bir aşk. Bir başka deyiş ile kadın tanıdığını zannettiği bir erkeği yitirirken, çok tanımadığı bir başka erkek ile bu aşkı yeniliyor. Tüm bu süreci senaryonun aksayan kimi yanlarına rağmen, inanılır ve ondan da öte çekici kılan ise baş roldeki Sandra Hüller’in büyüleyici oyunu ve onun başarısı yukarıda değindiğim konular ve zarif finalden de önce filmin en büyük artısı gibi görünüyor. Hüller’İn gerektiğinde öfkeli olabileceğini kanıtlamak için rol yaptığı sahne veya ölen kocasının kayıp telefonundan arandığında yeni erkeğe gösterdiği tepki anları onun başarılı performasının iki örneği sadece. Oyuncu bu çekici performansını tüm filme başarı ile yaymış.

Film ilk aşkı ve onun kaybını anlattığı ilk bölümündeki başarıyı yeni aşkı anlattığı ikinci bölüme yeterince taşıyamamış görünüyor açıkçası. İlk bölümdeki şok, gerçeği ret etme ve bunların ardından gelen arayış (hem gerçeği hem yeni bir hayatı) sahneleri ile hayli etkileyici olan film daha sonra bu gücünü yitiriyor ve benzerini çokça göreceğiniz bir hikâyeye dönüşüyor zaman zaman. Bunları bir kenara bırakırsak sadece görüntüler ile oluşturulan zarif final bile filmi seyretmek için yeterli bir neden olabilir aslında. Shakespeare’den Hegel’e (yeni erkeğin üniversitede verdiği derslerin konusu) entelektüel değinmeleri de cabası.

(“Above Us Only Sky” – “Üzerimizdeki Gökyüzü”)