Eden à l’Ouest – Costa Gavras (2009)

“Dünyada o kadar çok karışıklık var ki ancak bir sihirbaz düzeltebilir bu durumu”

Kaçak olarak Avrupa’ya giren bir yasa dışı mültecinin yaşadıklarının hikâyesi.

Costa Gavras’ın sembol olarak seçtiği bir karakter üzerinden anlattığı bir mülteci hikâyesi. Baş karakterimizin Fransa’da sahile çıkması ile başlayıp onu Paris’te belirsiz ama ülkede kalmaya kararlı bir şekilde bırakarak biten film, hikâyesi boyunca adamın başına gelenleri adeta bir mitolojik karakterin uzun bir yolculuk boyunca yaşadıkları biçiminde anlatıyor. “Dil” sorunu nedeni ile filmde oldukça az konuşan karakterinin inatçı ve sevimli halini Riccardo Scamarcio başarılı bir biçimde canlandırırken, Gavras günümüz dünyasının bu önemli sorununu mizahı da içine alan, dinamik ama yönetmenin geçmişindeki parlak başarıları düşünüldüğünde biraz zayıf bir biçimde getiriyor karşımıza.

Gavras ve Jean-Claude Grumberg’in birlikte yazdıkları senaryo filmi bir kartpostal görüntüsünün içine birdenbire giren ve kaçakları taşıyan bir tekne görüntüsü ile başlatıyor ve belirsiz ama umutlu bir sonla, ışıkları yanıp sönen Eyfel kulesine doğru yürüyen karakterimizin görüntüsü ile sona erdiriyor. Bu ikisinin arasında ise birkaç ülkede dolaşmak zorunda kalan kahramanımızın mizahı da içeren ve temel olarak her biri onun “sömürülmesini” anlatan küçük hikâyeleri geliyor karşımıza. Bu sömürü aklınıza gelebilecek her konuda; kahramanımızın gençliği ve yakışıklılığından yararlanmak isteyen kadın ve erkeklerden (film özellikle eşcinsel karakterleri kaba mizansenlerle anlatarak Gavras adına talihsiz bir tercihte bulunuyor maalesef) çok düşük ücrete çalıştırmak isteyen işverenlere ve eşyalarını çalmaktan çekinmeyen onun gibi mülteci olan diğer karakterlere, onu kullanmaya kalkışan karakterlerden geçilmiyor ortalık. Ne var ki film tüm bunları fazlası ile yumuşak bir tonda anlatıyor ve bir süre sonra kararlı bir karakterin başına gelenlerle nasıl mücadele ettiğini seyrettiğimiz ve nerede ise asıl temayı, mültecilerin sorunlarını unutturacak bir hale bürünüyor. Özetle eğer filmin yaratıcıları satirizmin peşine düşümüşlerse bunu da yeterince başaramadıkları ve gerçekçiliğe de uzak düşen bir sonuç elde etmişler.

Hikâye baş karakterin milliyetinden hiç söz etmiyor (ama Yunanca konuşuyor filmde) ve bu karakterden yola çıkarak tüm mültecilerin trajedisini anlatmaya soyunuyor. Ne var ki daha başlardaki çıplaklar kampından başlayan ve özellikle de otelde kalan misafirlerin kaçak mülteci avına çıkmaları ile doruğuna ulaşan bir “durumu mizahlaştırma” çabası filme epey zarar veriyor. Film özellikle buna gayret göstermese de bir süre sonra kahramanımızın mülteci olduğunu unutup sadece ait olmadığı bir yerde kalmaya çabalayan adamın kimi küçük komik hikâyelerini aktaran bir esere dönüşüyor maalesef. Açıkçası bu nedenle de hikâyenin asıl özünü hatırlamak için aklınızda onun mülteciliğin trajedisini yaşayan bir adam olduğunu kendinize sık sık hatırlatmanız gerekecektir. “Missing – Kayıp” veya “Z – Ölümsüz” gibi filmlerin başarılı yönetmeni Gavras’ın son filmleri öncekiler kadar başarı olamadı. Yönetmenin klasikleşen filmleri ile örneğin bu filmi karşılaştırırsak, en temel farklılık olarak Gavras’ı benzersiz kılan belgesele yakın gerçekçilik tarzından uzaklaşması gösterilebilir. Yönetmen bu filmi de benzer bir tarz ile ele alsaydı nasıl bir eser çıkardı karşımıza bilmiyorum ama bu hali ile film ne yeterince gerçekçi ne de yeterince masalsı.

Yumuşak renkli görüntülerinin filmin hafif havasına uyduğu ama eleştirdiğim yanını da artırdığı filmde baş oyuncu Scamarcio hikâyenin tarzına uygun “hafif ve sevimli” performansı ile işini başarı ile yapıyor. Filmin gereğinden hafif havasını ne kadar erken kabullenirseniz o kadar içine gireceğiniz, konusu ile önemli, insanlığın bu büyük sorunu karşısında umudumuzu yitirmememize destek olacak iyimser havası ve dinamik anlatımı ile de çekici bir film bu ama bildiğimiz anlamda bir Costa Gavras beklentisi ile seyredilirse hayal kırıklığı yaratması muhtemel bir çalışma olduğunu da akılda tutmak gerek.

(“Eden is West” – “Cennet Batıda”)

Sürtük – Ertem Eğilmez (1965)

“Gidersin ama benden kurtulamazsın. İsmin, şöhretin, güzelliğin, evet güzelliğin, hepsi benim eserim”

Güçlü bir gazinolar kralı, ünlü bir şarkıcı ve bir yoksul piyanist arasındaki aşk üçgeninin hikâyesi.

Ertem Eğilmez’in Sadık Şendil’in Mahmut Yesari’nin aynı adlı eserinden uyarladığı senaryosundan çektiği bir film. Hikâye daha sonra benzerleri ile Türk sinemasında defalarca tekrarlanan bir “Pygmalion” hikâyesi. Eğilmez siyah beyaz çektiği bu senaryoyu sadece beş yıl sonra farklı bir kadro ve renkli olarak tekrar uyarlamış sinemaya. Aslında sadece bununla da yetinmemiş; 1965 tarihli bu filmin gördüğü ilgi üzerine sadece 2 yıl sonra “Sürtüğün Kızı” adıyla ve senaryosunu yine Sadık Şendil’in yazdığı bir film daha çekmiş. 1965 tarihli “Sürtük” filmi ise hikâye olarak veya sinemasal olarak özel bir başarı göstermese de kimi özellikleri ile kendisini nispeten olsa farklı kılıyor.

Şarkıcımızı Türkan Şoray, acımasız gazino kralını Ekrem Bora ve genç piyanisti ise sinemada o dönemde yeni bir yüz olan Cüneyt Arkın canlandırıyor. 1970’teki renkli versiyonda ise bu rolleri sırası ile Hülya Koçyiğit, yine Ekrem Bora ve Göksel Arsoy üstlenmişlerdi. Güzelliğinin doruğundaki Türkan Şoray filmin komedi ağırlıkklı ilk yarısında bir parça abartılı ve fazlası ile gösterişçi bir oyun verirken, dram ağırlıklı ikinci yarıda daha dengeli bir oyun tutturmuş görünüyor. Ekrem Bora Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi oyuncu ödülünü kazanan performansı ile hayli başarılı. Cüneyt Arkın ise henüz sinemaya ısınmaya çalışan bir havada bir parça donuk oynuyor film boyunca.

Yeşilçam’ın geleneksel olarak bir türlü tutturamadığı senkron ayarının damgasını vurduğu ve ses ile ağız hareketlerinin tutmadığı bir şarkı sahnesi ile başlıyor film. Neyse ki Şoray o kadar “dinamik” oynuyor ki bu sahnede bu senkron bozukluğunu farketmeyebilirsiniz bir süre sonra. Gazino kralının şımarık assolistine kızgınlığı ile giriştiği yeni bir assolist yaratma hikâyesi beraberinde tüm klişeleri ile birlikte alışveriş, kuaför, görgü ve dans dersleri sahnelerini de getiriyor. Acımasız patronun şarkıcıya aşık olması ve bu arada şarkıcı ile piyanist arasında da aşkın gelişmesi ile aşk üçgenimiz oluşuyor. Bundan sonrası tıpkı bu ana kadar yaşananlar gibi bir klişeler geçidi halinde ilerliyor. Yine de Cüneyt Arkın’ın sonradan intikamını alacak olsa da dayak yediği bir filmin bu bakımdan bir parça ayrıştığını da söylemek gerek ama filmi asıl farklı kılan kesinlikle finali. “Kötü” karakterimizin finaldeki kararı ve özellikle filmin popüler sinemanın yapacağının aksine hayli başarılı çekilmiş ve Ekrem Bora’nın da çok iyi oynadığı (sinemamızdaki en iyi ağlama sahnelerinden biri olsa gerek) bir sahne ile ve kötü karakterimizin görüntüsü ile kapanmayı tercih etmesi filme çarpıcı bir son kazandırmış. Ekrem Bora karanlığa karışıp muhtemelen ebedi yalnızlığına doğru yürürken film de seyirciye parlak bir veda gösterisinde bulunuyor.

Senaryodaki kimi problemlerin de (örneğin ilk sahnede şarkıcının yanında olan adam ve çocuğun, özellikle adamın ebeveynlerinin ölmesi nedeni ile şarkıcıyı yetişiren kişi olduğu düşünülürse, finale kadar ortadan kaybolması filmin şarkıcı için çizdiği karaktere hiç uygun bir davranış değil) dikkat çektiği film Eğilmez’in dinamik anlatımı, üç ünlü oyuncusunun varlığı ve başarılı finali ile bir göz atılmayı hak ediyor.

Benim ve Roz’un Sonbaharı – Handan Öztürk (2009)

“Abim bütün dünyayı ayağa kaldıracaklarını söylemişti. Kimse ayağa kalkmadı ve baraj yapıldı”

Yapılacak baraj nedeni ile su altında kalacak olan Hasankeyf’te barajın yapılmaması için mücadele eden insanların hikâyesi.

Handan Öztürk’ün ilk ve şimdilik son uzun metrajlı filmi. Senaryosu da yönetmene ait olan film Hasankeyf’te kaybetmeye mahkum olduklarını bildikleri bir mücadelenin içindeki insanları anlatırken bölgenin (Güneydoğu) kimi başka unsurlarını da, dağdakileri, kuma geleneğini ve yoksulluğu da gündeme getiriyor. Tüm bunları anlatmaya soyunan film ne yazık ki savruk anlatımı, nereye odaklanacağını bilememesi ve derli toplu bir bütünsel bakıştan uzaklığı ile hayli zayıf bir görüntü veriyor.

Türk sinemasının ezeli ve ebedi sorunu gibi görünen doğru senaryonun eksikliği filmin en büyük problemi olarak görünüyor. Birkaç on yıllık bir ömrü olan bir baraj için yok edilecek bir tarihi miras ve bu katliama karşı direnen insanların mücadelesi başlı başına ağır ve yeterli bir konu iken filmin adeta popüler bir İtalyan komedisi havasında “sevimli Kürt” karakterlerin küçük maceralarını sergilemeye de soyunan film, kuma sorunundan dağdan inmiş kadının şehire uyum sorununa, sadece ucundan değinilir gibi yapılan siyasi sorunlardan hikâyenin geçtiği dönemde yaşanan Bağdat’ın Batılı güçlerce işgaline, konudan konuya atlıyor. Böyle olunca da filmin derdinin ne olduğu anlaşılmıyor. Baraja karşı verilen mücadelenin içindeki karakterleri elbette tanımalı ve bir birey olarak ne hissettiklerini ve kişisel hikâyelerini anlamalıyız elbette ama burada olan o değil. Senaryo bir oradan bir buradan mantığı ile komediyi, dramı ve gerilimi de kapsayacak şekilde hepsini önümüze boca ediyor. Senaryodaki şehirli dansöz kuma gibi karakterlerin hikâyeye ne kattığı da bir başka sorunlu alanı filmin. Zaman zaman sadece kısa bir sahnede Serra Yılmaz’a yer verebilmek için bu karakterin yaratıldığını düşünmeniz bile mümkün.

Filmin baş oyuncusu Serkan Altunorak dışındaki oyunculukların genellikle vasat bir düzeyde seyretmesi de filmin bir başka zayıf noktası. Altunorak ise oyunculuğu ile kendisini kurtarıyor ama senaryodaki aksamalardan o da payını alıyor. Örneğin onun evlilik gecesinde nehir üzerindeki saldaki erotik olması hedeflenmiş sahnelerinin gerçekçilikten ne kadar uzak olduğunu tartışmaya bile gerek yok. Bu sahnelerde kendinizi Güneydoğu’da değil bir Fransız tatil kasabasında geçen bir film seyrettiğiniz düşüncesi içinde bulabilirsiniz. Akıcılığında ciddi bir sorunu olan hikâye bir de bu tür gerçekçilikten uzak sahnelere yer verince kendi ciddiyetine de bayağı bir zarar veriyor. Keşke film sadece baraj mücadelesine odaklansa, sevimli karakterlerin peşine düşmese ve hazır oraya kadar gitmişken bölgeye özgü ne varsa hepsini göstereyim telaşına düşmeseymiş; ortaya muhtemelen daha doyurucu bir film çıkardı. Nitekim filmin başarılı ama zaman zaman fazla şık görünen görüntüleri bir kenara bırakılırsa, en çarpıcı sahnesi aslında bu durumda nerelere gidilebileceğini kesin olarak kanıtlıyor. Bu sahnede annesi cezaevinde olan kadının bebeğinin bakıcılığını kasabadaki farklı kadınlar üstleniyor bir Kürtçe ninni eşliğinde ve filmin tümünden çok daha dolu ve doğru şeyler söyleniyor o anlarda.

Monsters – Gareth Edwards (2010)

“Yaratıklar tarafından öldürülen bir çocuğun fotoğrafına ne kadar verildiğini biliyor musun? 50 Bin dolar. Peki, mutlu bir çocuğun fotoğrafına ne veriliyor? Sıfır Dolar.”

Dünya’ya geri dönerken Meksika üzerinde parçalanan bir uzay aracından dünyaya yayılan uzaylılardan dolayı karantina altına alınan bölgeden ABD’ye dönmeye çalışan iki kişinin hikayesi.

İngiliz yönetmen Gareth Edwards’ın ilk filmi düşük bütçe ile çekilmiş, aksiyondan çok drama ağırlık veren bir bilim kurgu. 800 Bin Dolar bütçe ile yaratılan bu bağımsız İngiliz filmi neden mekanını Meksika ve ABD olarak belirlemiş bilinmez ama doğru bir tercih ile ihmal ettiği aksiyonun yerine koyduğu dram, gerilim ve gereksiz görünen aşk temaları ile bu boşluğu ne kadar doldurabildiği tartışmalı. Yönetmenin kendisine ait olan başarılı görüntüleri ile dikkat çeken film iki baş oyuncusu dışında hemen tümü filmin çekildiği yerlerde yaşayanlardan oluşturmuş kadrosunu.

Karantina altına alınan bölgenin Meksika’da olmasını ve iki kahramanın bu bölgeyi aşıp ülke ile ABD sınırı boyunca inşa edilen dev duvarı aşma çabalarını düşününce hikâyenin Batı ülkelerine sığınmaya çalışan yasadışı göçmenleri anlattığını düşünmek mümkün aslında. Ne var ki yönetmen bu çağrışımı ret ediyor ve sadece bir bilim kurgu çektiğini söylüyor. Aslında Meksikalı askerlerden birinin ağzından duyduğumuz ve yaratıkları kastederek söylediği “sen onları rahatsız etmezsen, onlar da seni etmez; sadece ABD uçakları gelince çok kızgın oluyorlar” ifadesi hikâyenin “ötekilerden” (burada Meksikalılar) korkmak için hep bir nedeni (burada bölgeye yerleşen uzaylı yaratıklar) olan insanları anlattığı düşüncesini de destekliyor ama filmin yaratıcıları bu çağrışımları kabul etmeyince ısrar etmenin de bir gereği yok. Peki filme bir derinlik katabilecek bu sembolizmi bir kenara bırakırsak geriye ne kalıyor? Geriye kalan, akıcı ve hatta ustalıklı bir anlatım ile aktarılmış, çok başarılı görüntüleri olan, kaçmaya çalışan çiftten adamı canlandıran Scoot McNairy’nin başarılı ve sıcak oyunu ile öne çıktığı ve iki mutsuz karakterinin kaçınılmaz ve maalesef zorlama görünen aşk hikâyeleri ile zarar görmüş bir popüler film kalıyor.

Filmin görsel efektlerinden de sorumlu olan yönetmen Edwards’ın sakin ve çekici anlatımının yanında bir diğer başarısı filmini nedeni ne olursa olsun (bütçe veya başka bir neden) efekt bombardımanından uzak tutabilmesi ve gerçekçi görüntüleri ile atmosferi etkileyici bir şekilde karşımıza getirmesi. Böylece aksiyona değil dram ve gerilime odaklanan filmin bu tercihi ile de uyumlu ve kendimizi karakterlerin hikâyesine ortak etmemizi daha kolay kılan bir yapı elde etmiş yönetmen. Ne var ki yönetmenlikteki başarısını senaryosuna ki o da kendisine ait, o denli yansıtamamış Edwards. Adam ve kadının hikâye boyunca birlikte hareket etmek zorunda kalması için kimi zorlamalara başvurmuş ve her iki karakterin belki daha insancıl kılmak için eklenmiş görünen ama filme katkısı olmayan geçmişleri gereğinden fazla öne çıkmış. Burada karakterlerin “mutsuzlukları” değil gereksiz bulduğum, aksine bu ruh halleri hikâyeye ek bir hüzün de katmış ama mutsuzluğun gerekçeleri bir Hollywood filmindeki kadar öne çıkmamalıydı kesinlikle.

Çoğunlukla doğaçlama diyaloglar ile ilerleyen, amatör oyuncu ve el kamerası kullanımı ve gerçekçi görüntüleri ile de önemli olan film çok önemli olmayan ama kesinlikle seyri hoş bir çalışma. Altı yıldır bölgede olan yaratıkların neden olduğu durumun bir noktadan sonra artık günlük hayatın normal bir parçası olmasını da başarı ile sergileyen filmin, rüşvetçi görevliler veya hırsız hayat kadınları gibi unsurlar üzerinden “ötekileri” kötülemesini ise görmezlikten gelmeli. Aksiyon meraklılarını da daha derin sinemasal merakları olanları da tam anlamı ile tatmin etmesi zor ama bittikten sonra unutulmaya yakın olsa da seyri boyunca ilgiyi ayakta tutabilen bir film özet olarak.

(“İstila”)