Über Uns Das All – Jan Schomburg (2011)

“Sanki her şeyi yanında götürmüş ve ondan geriye hiçbir iz kalmamış gibi”

Kocasının beklenmedik intiharı ile sarsılan bir kadının, adamın hayatındaki yalanları keşfetmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Alman yönetmen Jan Schomburg’un senaryosunu da yazdığı ve başta Sandra Hüller olmak üzere öncelikle oyuncuları ve senaryosundaki bazı boşluklara ve hikâyenin akışındaki kimi aksamalarına rağmen “tarihin tekrarlanabilirliği” üzerine olan teması ile dikkat çeken bir çalışma. Tam bir başarı olmasa da ve Avrupa sinemasında sıkça görülen bir hastalığın, hikâyenin zaman zaman ihmal edilmesinin, izlerini taşısa da ilgiye değecek bir film.

Shakespeare’in 116 numaralı sonesi okunurken kadının başını eğip okuyanı yüzünde küçük bir gülümseme ile dinlediği bir görüntü ile başlayan film bu açılışından trajedi anına kadar mutlu bir birlikteliğin resmini sergiliyor bize. İntihar ve ardından keşfedilen kocanın hayatındaki büyük yalan ve kadının hayatını üzerine kurduğu “gerçeklerin” aslında doğru olmadığını keşfetmesi ile şık ve etkileyici bir giriş yapıyor filmimiz. Kadının trajedisini göz yaşartıcı sahnelerle getirmiyor karşımıza yönetmen; aksine intihardan dolayı ve onun kadar trajik bir durum olan kocasını aslında tanımamış olduğu gerçeği ile baş etmeye çalışırken yaşadığı trajediyi bize kadının arayışı üzerinden aktarmayı tercih ediyor Schomburg.

Shakespeare’in 116 numaralı sonesi gerçek aşkın güçlü bir tanımını yaparken, onun değişen koşullar altında değişmeyeceğini, zamanın acımasız yıpratıcılığından muaf olduğunu ve mahşere kadar süreceğini ifade eder. Hikayemizde kadının aşkının nesnesini beklenmedik ve trajik bir biçimde yitirmesi tıpkı sonenin de belirttiği gibi aşkı yok etmiyor ve kadın bu aşkı bir başkasına taşıyarak yoluna devam ediyor. İki erkeğin kimi benzerliklerine, saçlarını elleri ile benzer bir biçimde düzeltmelerinden Marsilya hayallerine, odaklanan hikâye bir anlamda hem soneyi doğruluyor hem de tarihin tekrarlanması kuralını da hatırlatıyor bize. Karl Marx Hegel’in tarihteki bütün önemli olay ve kişiliklerin en az iki kez ortaya çıktığını savlayan cümlesini “doğru ama bunların birincisi trajedi, ikincisi ise fars biçiminde oluşur” ifadesi ile tamamlamıştı. Hikâyemizde aşkın ilk görünümü trajedi ile sonuçlanıyor gerçekten de. İkincisi ise güneşli bir Marsilya görüntüsü ile şimdilik (filmin finali itibari ile bir son bu, sonrasında ne olacaktır bilmiyoruz elbette) sona ererken, ileride bir fars ile mi karşılaşacak karakterlerimiz bilmiyoruz ama sonuçta komedinin sıcaklığını taşıyan bir son sunuyor bize yönetmen.

Schomburg’un hikâyesi ilişkilerde bireylerin birbirini tanıması (daha doğrusu ne kadar tanıyabileceği) üzerine de düşündüren bir yapıya sahip. Kadın intihar eden kocasının nedenini anlayamadığı büyük yalanından yola çıkarak onu aslında belki de hiç tanımadığını keşfederken, hayatına giren yeni erkek de eski sevgilisi ile birbirlerini aslında pek de tanımadıklarını bir arkadaşına itiraf ediyor örneğin. Finaldeki aşk ise birbirlerini çok da tanımayan iki insanın adeta “yarattığı” bir aşk. Bir başka deyiş ile kadın tanıdığını zannettiği bir erkeği yitirirken, çok tanımadığı bir başka erkek ile bu aşkı yeniliyor. Tüm bu süreci senaryonun aksayan kimi yanlarına rağmen, inanılır ve ondan da öte çekici kılan ise baş roldeki Sandra Hüller’in büyüleyici oyunu ve onun başarısı yukarıda değindiğim konular ve zarif finalden de önce filmin en büyük artısı gibi görünüyor. Hüller’İn gerektiğinde öfkeli olabileceğini kanıtlamak için rol yaptığı sahne veya ölen kocasının kayıp telefonundan arandığında yeni erkeğe gösterdiği tepki anları onun başarılı performasının iki örneği sadece. Oyuncu bu çekici performansını tüm filme başarı ile yaymış.

Film ilk aşkı ve onun kaybını anlattığı ilk bölümündeki başarıyı yeni aşkı anlattığı ikinci bölüme yeterince taşıyamamış görünüyor açıkçası. İlk bölümdeki şok, gerçeği ret etme ve bunların ardından gelen arayış (hem gerçeği hem yeni bir hayatı) sahneleri ile hayli etkileyici olan film daha sonra bu gücünü yitiriyor ve benzerini çokça göreceğiniz bir hikâyeye dönüşüyor zaman zaman. Bunları bir kenara bırakırsak sadece görüntüler ile oluşturulan zarif final bile filmi seyretmek için yeterli bir neden olabilir aslında. Shakespeare’den Hegel’e (yeni erkeğin üniversitede verdiği derslerin konusu) entelektüel değinmeleri de cabası.

(“Above Us Only Sky” – “Üzerimizdeki Gökyüzü”)

(Visited 123 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir