Rio Grande – John Ford (1950)

“Sanırım harika bir asker ama ben askerleri harika yapan şeylerden nefret ediyorum”

Amerikan iç savaşından sonra Meksika sınırındaki kızılderilileri yok etmeye odaklanan Amerikan ordusundaki görevine tutku ile bağlı bir yarbayın hikâyesi.

Western filmlerinin büyük ustası John Ford’un “Süvari” üçlemesi olarak bilinen filmlerinin sonuncusu. Bir gazetede yayınlanan hikâyeden yola çıkılarak yazılan senaryo klasik Hollywood westernlerinde olduğu gibi yerlilerin barbar bir düşman olarak görüldüğü, beyaz adamın yüceltildiği ve militarizme övgüler dizildiği bir içeriğe sahip elbette. Ford’un genel ortalamasının biraz altında kalan ama her zamanki temiz anlatımının da izlerini taşıyan film ideolojisi ile kötü, klasik sinemadan esintileri ile ilgi çeken bir çalışma özet olarak.

1956 yılında çektiği “The Searchers – Çöl Aslanı” ile kendi filmografisinde ilk kez yerlilerin nispeten dürüst bir resminin çizildiği bir filme imza atan Ford’un önceki westernleri gibi burada da yerliler barbar düşman rollerinde; daha doğrusu film yerlileri ikiye ayırmış: barbarlar ve sırtına ordunun üniformasını geçirip kendi kardeşlerine karşı muhbirlikten işbirliğine her türlü davranışa imza atan ve takdiri de alan dostlar. Maureen O’Hara’nın her zamanki zarif oyunu ile canlandırdığı albayın karısı olan kadının hümanizmi de sadece oğlu, ailesi ve genel olarak beyazlar ile sınırlı. Haksız yere suçlandığını düşündüğü bir askeri savunması için kendi parası ile avukat tutarken, kocasının esir aldığı yerliler hakkında herhangi bir duygu beslediğinin işaretini dahi vermiyor. Ne sorguluyor onlara yaptıklarının anlamını ne de onları “görüyor”. Kadının militarizm karşıtı gibi görünen duruşu da elbette finalde içerik ve biçim değiştiriyor; asker kocası ile ailesini ve vatanını korumuş olmanın gururu ile ufka bakabiliyor artık. Evet, sıkı bir militarizm ve erkeklik övgüsü var filmde. Matematikten kaldığı için askeri akademiden atılan genç onurunu orduya er olarak yazılarak kurtarıyor, yarbay babasından bol bol delikanlılık üzerine öğütler alıyor ve baştan sonra ordunun ne kadar eğlenceli, cesur ve güçlü karakterlerden oluştuğunun örneklerini izliyoruz.

Kızılderilerin hiçbiri elbette bir karaktere, kişiliğe sahip değiller; onlar sadece iyi beyazlara saldıran, katliam yapan barbarlar. Farklı kabilelerin birleşmesi ve birlikte savaşmaya karar vermesi beyaz adam için büyük bir tehlike olarak görülürken, Meksika hükümetinin Amerikan ordusunun ABD ile aralarında sınır olan Rio Grande nehrini geçip kızılderilileri takip etmesine izin vermemesi de tarafsız kalmanın düşmanla işbirliği yapmak anlamına geldiğinin bir örneği olarak sergileniyor filmde. Görüldüğü gibi Amerikan yönetiminin dünyaya bakışında bir değişiklik olmamış; olması da ülkenin varlığına zıt düşerdi zaten.

Filmin yukarıda özetlemeye çalıştığım politik yanlışlarına sinemasal açıdan eklenebilecek birkaç problemi daha var. Öncelikle yeterince güçlü değil hikâyesi ve bazı yan hikâyelerini kimi anlaşılır kimi anlaşılmaz nedenlerle hayli zayıf bırakıyor; anlaşılır durum için kadının hümanizmi, diğeri içinse on beş yıldır babasını görmeyen ve kendisi çok küçükken gittiği için onu hatırlamayan genç askerin babasına kendini kanıtlamaya çalışmasının veya daha genel olarak onunla ilişkisinin aldığı yönün hayli zayıf işlenmesi ve hatta nerede ise unutulması gösterilebilir. Filmin dönemin ünlü folk grubu “Sons of the Pioneers” imzalı ve hayli başarılı şarkıları ise o kadar çok kullanılıyor ki nerede ise film bir müzikal olmanın eşiğinden dönmüş denebilir. Tüm bu sıkıntılarına karşın ve özellikle politik duyarlılıklar bir kenara koyulduğunda film ilgiyi kesinlikle hak ediyor yine de. Vasatın hep üzerinde seyreden oyunculukları (John Wayne bile kötü oynamıyor örneğin), toplamda beş kez birlikte çalışan ve sinemanın unutulmaz ikililerinden olan John Wayne ve Maureen O’Hara’nın bir arada olduğu ilk film olması, yönetmen Ford’un klasik sinemanın en sağlam hikâye anlatıcılarından biri olarak filmine hemen hiç sarkmayan bir tempo sağlamış olması ve çok keyifli şarkıları ile film görülmeye değer bir çalışma olmayı başarıyor. Kızılderililerin “yüzünün bile olmadığı” ve Amerikan sağının idollerinden olan baş oyuncusu John Wayne’nin Kore savaşının bir alegorisi olarak gördüğü bir filmin politik mesajlarına karşı uyanık olmayı unutmamalı elbette.

(“Aslanlar Diyarı”)

2013 Festival Notları 4

Después de Lucía (Lucia’dan Sonra) – Michel Franco : Meksika ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen film yönetmen Franco’nun ikinci uzun metrajlı çalışması. Trafik kazasında annenin ölümü ile başka bir şehire yerleşen baba ve kızının hikâyesi beklenmedik ölçüde sert bir çalışma. Büyük kayıplarının altından kalkmaya çalışan ikiliden kızın yeni okulunda arkadaşlarından gördüğü muamele en katı yürekleri bile çileden çıkartacak cinsten. Günümüzün erken büyüyen, toplumsal değerlerin hayatlarında yer bulamadığı gençlerin yaşama biçimlerini ve kıza yaptıklarını anlatırken ve gösterirken bilinçli bir biçimde ileri gitmiş Franco ve kayıplarını büyütmemek için üzerinde konuşmayan iki karakterin zaman zaman birbirlerine söyledikleri yalanları bu kayıp ile mücadele etmenin bir yolu olarak kullanmalarının da neden olduğu trajediyi tüm açıklığı ile gösteriyor seyircisine. Senaryosundaki kimi küçük kusurlarına rağmen kendisini ilgi ile seyrettiren film çocukların/gençlerin bazen nasıl da acımasız olabileceğinin altını belki bir parça fazlası ile çizerken seyircisinin üzerinde rahatsız edici olsa da kalıcı bir etki bırakmayı da başarıyor. Kalıcı bir etki çünkü film tıpkı başladığı gibi uzun bir tek çekim ile biterken içinize yerleşmiş bir öfkeyi hissetmeniz hayli yüksek bir olasılık.

Student (Öğrenci) – Darezhan Omirbayev : Yönetmen Omirbayev’in Rus yazar Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanını günümüz Kazakistan’ına kendi senaryosu ile uyarladığı bir film. Kapitalizmin Rus toplumunda etkisini göstermeyi başladığı 1800’lü yıllarda gençlerdeki öfkeyi de konu alan romandaki olayları Omirbayev Sovyetler’in çöküşünden sonra doludizgin kapitalizme koşan eski Doğu Bloku ülkelerinden biri olan Kazakistan’a uyarlamış. Romanda daha bilinçli ve işlediği cinayet için argümanlar geliştiren baş karakter burada daha çok etrafında gördüklerinden ve kendi yoksulluğundan yola çıkıyor gibi görünüyor. Komünizm dönemindeki “bir sürü olarak mutlu olmaya çalışmanın” yerine yeni dönemde sadece “tek başına ve kendi mutluluğuna odaklanan” ve evrim teorisindeki sadece güçlü olanın ayakta kalması fikrini insan hayatına da doğal bir biçimde uyarlayan bir zihniyetin hâkim olduğu ülkesini eleştirisinin odağına alan yönetmen hikâyesini süslemeden ve yalın bir dil ile anlatıyor. Baş karakterin romanın aksine fazlası ile silik bir kişiliğe büründürülmesi filmin çekiciliğini azaltmış açıkçası ve oyunculuklar da bir parça fazla amatör görünüyor. Yeni inşa edilen dev binaların ve o binaların cam ve beton bloklarının altını çizen ve yeni zenginlerin sıkı bir eleştirisini yapan yönetmen bu yeni dünyada kendisine yer bulamayan şair karakteri üzerinden de filmin havasından hiç eksilmeyen umutsuzluğu besliyor. Belki gereğinden fazla yalın ve bu nedenle de bir parça “boş” görünen film hikâyesinin düşündürdükleri ile önemli daha çok.

Elefante Blanco (Beyaz Fil) – Pablo Trapero : Arjantinli sinemacı Trapero şehrin hemen içindeki geniş alanlara yayılan ve yoksulluk, uyuşturucu ve çeteler ile dolu mahallelerin birindeki iki din adamının ve bir sosyal görevlinin yaşadıklarını anlatıyor. Amazon ormanlarındaki bir katliam ile başlayan film benzeri bir katliamın yaşandığı Arjantin’de biterken, yine de umudu elden bırakmıyor. İmkânsız görünen bir çabanın peşindeki bu üç insanın zaman zaman inançlarını yitirme noktasına gelmesini, ne olursa olsun direnmesini ve sık sık içine düştükleri çaresizliği etkili bir şekilde anlatıyor. Üç başarılı oyuncusunun epey katkıda bulunduğu film hikâyesinde bir şeyleri eksik bırakmış ama bir şeyleri de gereksiz katmış görünüyor. Latin Amerika’da yoksul halkın din ile ilişkisi, Katolik Kilise’sinin tam tersi yönde ve çoğunlukta olan örnekleri olsa da kimi görevlilerinin suç çeteleri ve hükümetlere karşı yoksul halkın yanında yerini alması örneğin, filmin hikâyesi ile uyumlu ve üzerinden epey zengin malzeme çıkartılabilecek bir konu ama filmde yeterince bulamamış yerini. Buna karşılık din adamlarından birinin inancına ve yeminine aykırı bir şekilde içine girdiği gönül ilişkisi hikâyeye belki ek bir dramatizm katan ama kesinlikle gereksiz bir unsur olmuş. Saptadığı görüntüleri ve anlatımı ile de dikkat çeken film senaryosundan bir parça zarar görmüş sanki. Adaletin bırakın kendisini, kavramının bile yer bulamadığı bir dünyanın ne halde olacağını görmek için ilgiyi hak eden bir çalışma.

Pardé (Perde) – Jafar Panahi / Kamboziya Partovi: Berlin film festivalinden senaryo ödülü alan ve İran’ın yasaklı sinemacısı Panahi’nin bir başka İranlı sinemacı Partovi’nin yardımları ile çektiği bir film. İki yönetmenin aynı zamanda oyuncu olarak da yer aldığı film, sahildeki bir eve köpeği ile birlikte kendisini kapatan ve dışarıdan gelecek “tehlikelere” karşı pencereleri siyah perdelerle örten bir senaristin hikâyesi olarak başlıyor. Dışarıdan gelen ve başları dertteki iki karakterin de eve girmesi ile bir süre sonra gördüklerimizin bir sinemacının yaratma sürecinin izlenimleri olduğunu anlıyoruz. Senaryo bu nedenle hem sanat ve sanatçı üzerine hem de Panahi’nin içinde bulunduğu gerçek durum üzerine hayli sembolik bir biçim alıyor. Evin duvarlarındaki eski Panahi filmlerinin posterleri, devlet televizyonundaki gerçek köpek katliam görüntüleri ve evin dışına hiç çıkmayan ve sadece açılış ve kapanıştaki uzun bir tek çekimle oluşturulmuş sahnede dışarısını gösteren kamerası ile filmin “kapalı perdeler” altında yaşayan bir toplumun özgürlük sorununu gündeme getirdiğini ve bunu yaparken akıllı ve ustalıklı bir dil kullandığını belirtelim. Sembolizmi bir parça fazla görünebilir kimi seyirciye ve bilinen anlamda bir hikâyeye sahip olmaması yadırgatabilir ama bir sanatçının “tutsak” edilmesini anlatan bir filmin günümüz Türkiye’sindeki kimi durumlar düşünüldüğünde özellikle bizler için hayli önemli olduğunu söylemek gerek. Farklı düşünen/yaşayan insanların siyah perdeler ile gizlenmiş ortamlarda yaşamak ve üretmek zorunda kalmaları elbette öncelikle sanatçıların karşı durması gereken bir durum ve Panahi’nin içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun düşünmeye ve üretmeye cesaret edebilmesi de örnek alınması gereken bir tutum kuşku yok ki.

2013 Festival Notları 3

Boven is Het Stil (Her Şey O Kadar Sessizdi ki) – Nanouk Leopold : Hollanda sinemasından tıpkı adı gibi hayli sessiz ve hareketsiz bir film. Yaşlı ve hasta babasına bakan ve içinde tuttuğu eşcinselliği ile çiftliğinde yalnız ve karanlık bir hayat yaşayan bir adamın bu hikâyesi belki herkese göre değil ama kendinizi filme teslim ederseniz keyif alacağınız kesin. Kendisini çiftliğindeki rutin hayata teslim eden ve komşu kadının veya kendisi ile yakınlaşmak istediğini hissettiren kamyon şöförünün ilgisini ret eden adamın yanına yardımcı olarak giren ve en az onun kadar yalnız genç ile “ilişkisi” bir değişikliğin de kapısını aralıyor. Çekimlerden hemen sonra 50 yaşında ölen Hollandalı oyuncu Jeroen Willems’in hemen her karesinde göründüğü ve karakterinin derin mutsuzluk ve yalnızlığını ve bunların sonucunda oluşmuş görünen katılığını kendiniz için hissettirecek kadar başarılı oyunu ile parladığı film bir insanın kendisi olamamasının nasıl acı ve trajik bir sonucu olabileceğini gösteriyor başarı ile. Genç yardımcı ile tamamına ermeyen yakınlaşma adamın katılığına bir pencere açarken, yönetmen Leopold sakin, tekrarlanmış anlarla dolu ama kesinlikle karakterinin ruh durumunu yüzünüze çarpan bir gerçekçilik içeren anlatımı ile olgun bir sinema örneği veriyor. Seyri belki kolay olmayan ama bunu kesinlikle hak eden bir film.
(“It’s All So Quiet”)

Jiseul – Meul O. : Güney Kore sinemasından 1948’de yaşanan gerçek olaylardan esinlenen bir film. Ülkede yerleşik olan Amerikan idaresinin kararı ile belli bir bölgenin dışında yaşadıkları için komünist olarak ilan edilen ve görüldükleri yerde vurulması istenen köylülerin bölgedeki askerlerden kaçarak bir mağaraya sığınmalarını anlatan film siyah beyaz görüntülerinin başarısı ile dikkat çekiyor öncelikle. Bölgedeki katliamın bütününe değil, bir avuç köylünün ve peşlerindeki askerlerin yaşadıklarına odaklanan film, bu insanların yaşadıkları sıkışmışlığın zaman zaman sertleşen bir resmini çiziyor. Saf köylüleri bir yandan ölüm korkusunu yaşarken diğer yandan günlük basit konuşmaları ile gösterirken sonradan yaşanacakların dehşetini de artıyor filmimiz. Eleştiriye açık yanları ise filmin gerçekçilik ile bir sahne oyunu havası arasında gidip gelmesi zaman zaman ve askerlerin gereğinden fazla vahşi birer profil ile getirilmesi karşımıza. Kendisi de olayların geçtiği bölgenin insanlarından olan yönetmenin, bugün ABD’nin hâlâ sessizliğini koruduğu bir olayı kurgularken hassasiyet göstermesi anlaşılır bir durum elbette ama kimi anlarında ilginç ve etkileyici bir şiirsellliğe de ulaşan filmini bazı gereksiz uzatmalara başvurmadan ve istikrarlı bir tonda (şiirsel, gerçekçi, sert, hüzünlü gibi pek çok sıfatı kullanabilirsiniz film için) anlatsaymış çok daha iyi olurmuş gibi görünüyor. Bir de kimi anlarda araya giren keman keşke bu kadar yükseltmeseymiş sesini demek de gerekiyor sanırım.

Touche pas à la Femme Blanche (Beyaz Kadına Dokunma) – Marco Ferreri : İtalyan yönetmen Marco Ferreri’nin 1974’te İtalya-Fransa ortak yapımı olarak çektiği film tam anlamı ile bir fars. Paris’teki bir inşaat alanında geçen hikâye Amerikan tarihinin “kahramanlarını” (George Armstrong Custer, Buffalo Bill vs.) ve kızılderili liderlerini (Oturan Boğa gibi) tarih ve mekanların birbirine girdiği bir içerik ile anlatıyor. Tarih hem 1800’lü yıllar hem de Nixon’ın posteri ve Vietnam ve Cezayir savaşlarına referansları nedeni ile 1970’ler ve 1960’lar. İnşaat alanının etrafında 1970’lerin Paris’inin mekanları var ama sondaki “savaş” sahnesi kızılderililerin Amerikan ordusunu yendiği ve Montana’daki Little Bighorn’da gerçekleşen çarpışmayı anlatıyor. Hikâyedeki CIA tişörtü giyen ve bir sonraki görevi için Şili’ye gidecek olan “antropolog” (1973’te ABD destekli askeri darbe ile devrilen Şili hükümetini hatırlayalım) ve yoksulların düşmanı ve “ilerlemeye” tapan iş adamlarının sembolü olan karakterleri de düşününce filmin kapitalist düzene hayli alaycı bir saldırı olduğu açık. Günümüz Türkiye’sinde kentsel dönüşüm adı altında yoksulların nasıl yerlerinden edildiğini ve rantın tek egemen değer hale geldiğini düşününce film elbette çok önemli bir başka anlam daha kazanıyor bizler için; hikâye tüm o tarihsel referanslarının da ötesinde savaşları kimlerin çıkardığını, “ekonomik ilerlemenin ve rant yaratmanın” önünde engel olarak görülen yoksulların nasıl kolayca harcanıverdiğine odaklanıyor asıl olarak. Bu yoksullar bazen kızılderili bazen de Vietnamlı adını alabilir ama kaderleri değişmiyor. Filmin tüm bu önemli mesajları sinemasal olarak nasıl verdiğine gelince, orada bir problem var maalesef; kimi gerçekten başarılı fars sahnelerinin varlığına ve büyük oyuncularına (Catherine Deneuve, Marcello Mastroianni, Philippe Noiret, Ugo Tognazzi, Alain Cuny, Serge Reggiani vb.) rağmen film bir türlü vurucu bir güce ulaşamıyor. Alaycılığı adeta kendisinin ciddiye alınmasına da engel olmuş görünen çalışma bir süre sonra seyredende anlamsız ama anlaşılabilir bir sıkılmaya da yol açıyor üstelik.
(“Don’t Touch the White Woman”)

Taçsız Kral – Atıf Yılmaz (1965)

“Buralarda yaşayamayacağımı anladım. Benim tozlu sahalarım, Galatasaray, sen… dönüyorum”

Türk futbolunun taçsız kralı Metin Oktay’ın hayat hikâyesi.

Safa Önal’ın senaryosu, Atıf Yılmaz’ın eli yüzü düzgün yönetmenliği, dönemin üç güzel genç kadını (Ajda Pekkan, Gönül Yazar ve Ayten Gökçer) ve elbette kendisini oynayan Metin Oktay ile bir futbol/futbolcu filmi. Safa Önal’ın kendisi ile nehir söyleşinin yapıldığı “Ne Kadar Gamlı Bu Akşam Vakti” kitabında aktardığına göre sessiz ve zeki Metin Oktay’a anlattırdığı hayat hikâyesinden oluşturduğu senaryo ile çekilen film, kuşkusuz Galatasaray taraftarları için olduğu kadar, yine Önal’ın ifadesi ile “fizik yapısı da karakter yapısı gibi ciddi, kendisine ve dünyaya karşı saygılı, yakışıklı, güler yüzlü ve müthiş insan” Oktay’ın tüm hayranları için çekici olabilecek bir çalışma.

Telif hakkı diye bir kavramın Türk sinemasına henüz uğramadığı ve özellikle yabancı müziklerin hoyratça Yeşilçam filmlerine yedirildiği bir dönemde çekilen film Alain Barriere’nin “Ma Vie” şarkısı başta olmak üzere yine pek çok “aşırılmış” ve diyalog olmayan hemen her anı yerli yersiz dolduran müziklerle bezeli bir çalışma. Seyirciye ne hissetmesi gerektiğini abartı kelimesinin hafif kalacağı bir şekilde kullandığı müziklerle dikte eden film bu anlamda Türk sinemasının diğer örneklerinden farklı değil elbette ama hikâye boyunca ya diyalog ya da müzik kullanımı ile nerede ise tek bir sessiz anın bırakılmaması rahatsız edici oluyor zaman zaman. Safa Önal’ın senaryosu ise kuşkusuz anlaşılabilir nedenlerle ve yukarıda adını verdiğim kitapta anlatıldığına göre Oktay’ın ama ondan da çok eşinin hassasiyeti nedeni ile bilinmeyen herhangi bir öğe içermiyor; peşindeki kadınlardan İzmir günlerine, önüne dökülen bir çanta parayı Galatasaray’ı bırakmamak için reddetmesinden sağlam karakterini vurgulayan diğer örneklere, film Oktay’ın hayatının düz ve kronolojik bir anlatımı sadece. Zaten filmin yaratıcılarının da başka bir derdi yok. O dönemde kariyerinin zirvelerinde gezinen Metin Oktay’ın varlığı, gerçek maç görüntüleri ve bu görüntülere biraz eğreti şekilde eklenen çekimler ve güzel kadınlar onlara ve filmin gördüğü ilgi düşünülürse seyirciye yetmiş anlaşılan. Gerçek görüntülerdeki Galatasaray taraftarlarının tezahüratları diğer takımların fanatik taraftarlarını normal koşullar altında rahatsız edecek kadar çok ama söz konusu kişi Metin Oktay gibi herkesin saygı gördüğü bir isim olunca, bunun çok da önemli olmadığı rahatça söylenebilir kuşkusuz.

Bu filmden önce 1959’da Lefter’le birlikte “Gönül Kimi Severse” adlı filmde ve çok küçük bir rolde yine kendisini canlandıran Metin Oktay burada biraz acemice oynuyor ve özellikle vücut dili ile çok da rahat olmadığını hissettiriyor ama ne gam! Sonuçta o Metin Oktay ve kaldı ki onun masum ve sevimli gerçek karakterine de uyuyor bu oyunculuk! Filmin oyunculuk alanındaki asıl isimleri çocukluk aşkı rolündeki Ayten Gökçer (o zamanki soyadı ile Kaçmaz) ve Oktay’ın mahalleden abisi ve kariyerinde büyük yararı olan eski futbolcu rolündeki Erol Taş. Ajda Pekkan tüm sinema kariyeri boyunca olduğu gibi burada da vasat ama güzel, Gönül Yazar ise kendisinden beklenen vamp ama iyi yürekli kadın rolünü çok da rahatsız etmeden yerine getirmiş. Hikâyede Oktay’ın etrafındaki üç kadının sadece rolleri açısından değil ama kadının erkeğin yanındaki yerini sembolize etmeleri açısından da ikincil karakterleri canlandırdığını belirtelim. Ayten Gökçer çocukluktan bu yana Oktay’a aşık ve yıllarca onun tarafından bir kız arkadaş olarak görülmeyi bekleyen ve sonunda muradına eren masum genç kızı oynarken, Gönül Yazar fedakâr vamp kadını canlandırmış ama elbette kaybetmeye mahkum bir rolde. Belki Pekkan güçlü “İzmirli” kadın olarak erkeğinden bağımsız bir kadına hayat vermiş ama o da kaybedenler arasına katılarak “cezasını buluyor” hikâyede.

1960’ların İzmir’inden karşımıza gelen görüntüleri, elbette İzmir’in simgelerinden Asansör’ü, kendilerini oynayan Turgay Şener’den Gündüz Kılıç’a, Candemir Berkman’dan Naci Erdem’e ve ünlü amigo Karıncaezmez Şevki’ye Türk futbolunun kimi sembol isimlerini perdeye taşıması ile tam bir nostalji duygusu yaşamaya da uygun olan film hikâyesindeki gelişmeleri sinemasal açıdan sorunlu olan (birden ortaya çıkan ve mucize sonucu kaybolan kalp rahatsızlığına ne gerek vardı örneğin, hele de bu rahatsızlığın Eroş Taş karakteri ile yapılan sıkı antrenmanlar sonucu kaybolduğunu düşünürsek) bir çalışma ama bunun söz konusu olan kişi Metin Oktay olunca, bir teferruat olduğu açık! Umarım bir gün Türk sineması sadece Metin Oktay’ı değil onunla birlikte bir başka Metin’i, Metin Kurt’u da sinemasal özellikleri de seyre değer bir film içinde anlatmayı dener.