Clean – Olivier Assayas (2004)

“Ben affetmeye inanıyorum. İnsanlar değişir; gerekirse değişirler.”

Müzisyen sevgilisinin aşırı dozdan ölümünden sonra hayatını yeniden kurmaya ve küçük oğlunu kazanmaya çalışan bir kadının hikâyesi.

Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın Fransa, Kanada ve İngiltere ortak yapımı olarak düşük bir bütçe ile çektiği bir film. Maggie Cheung’un Cannes’da ödül kazanan oyunculuğunun en çekici yanı olarak göründüğü film dozunda tuttuğu duygusallığı ile de dikkat çeken bir çalışma. Yönetmene ait olan senaryo gerçekçiliği ve tarafsızlığı ile öne çıkıyor ve hikâyenin alışılmışlığını aşmasına yardımcı oluyor. Bir yurdunu/yerini/konumunu bulma hikâyesi olarak özetlenebilecek olan filmin zaman zaman sarktığını ve “heyecan” açısından sıkıntı çektiğini de söylemek gerek.

Maggie Cheung’dan başlamak gerek. “Fa Yeung Nin Wa – Aşk Zamanı” adlı başyapıttaki kadın kişisel hafızamda/tarihimde o denli önemli bir yer tutuyor ki Cheung’u başka bir rolde benimsemek hep çok zor oldu benim için. O kadını, o hüzün ve melankoli abidesini, o yaşanamayan duyguların somut halini başka bir karaktere bürünmüş görmek baha hep ihanet gibi geldi. Bu “kişisel” problem bir yana bırakılırsa, Cheung üç ayrı dil konuştuğu bu filmde çok zor bir işin altından başarı ile kalkıyor. Ünlü müzisyen sevgilisinin uyuşturucu alışkanlığının ve düşüşe geçen kariyerinin sorumlusu olarak görüldüğü için hiç kimse tarafından sevilmeyen kadının, sevgilisinin ölümünden sonra içine düştüğü boşluğu ve çaresizliği ve buna rağmen ayakta kalmak için yaptığı mücadeleyi oldukça ekonomik, hatta nerede ise minimal diye tanımlanabilecek bir oyunculukla anlatıyor bize. Tüm görmezlikten gelmelere ve ret edilmelere rağmen yolunu bulmaya çalışan kadını hoş bir yalınlık ve gerçekçilik ile getiriyor karşımıza. Üstelik çekimler sırasında yönetmen Assayas ile boşandıklarını da hatırlatalım!

Tricky ve filmde kullanılan pek çok şarkının sahibi olan David Roback gibi isimlerin kendilerini canlandırdıkları film bu isimlerden kaynaklanan sıkı bir müzik bandına sahip ve Assayas’ın bu şarkıları kullanım şekli de takdiri hak ediyor. Şarkılar hikâyenin önüne çıkmıyor ve uyuşturucu alışkanlığının sonrasını anlatan bu “müzik dünyası ve uyuşturucu” temalı filmin havasına sağlam bir katkıda bulunuyor. Kadın sevgilisinin ölümünden sonra önce cezaevine sonra da hayatını yeniden kurabilmek için bir yerden diğerine sürüklenirken ve hor görülmeye varan davranışlara rağmen ayakta kalmaya çalışırken kamera bu müzikler eşliğinde takip ediyor onu. Filmin zaman zaman uzamış görünmesine de neden olan ve hikâyenin derdini anlatabilmek için bunca farklı karaktere gerçekten ihtiyacı var mı sorusunu sorduran bu sahneler bu problemlerine rağmen filmin sağlam yönlerinden biri. Assayas’ın duyguları ayaklandırmaya değil -oysa bu sahnelerin böyle bir potansiyeli var-, sadece olan biteni tarafsız bir gözle göstermeye odaklanması bu bölümleri gerçekten başarılı ve çekici kılıyor. Senaryonun küçük çocuğun bakımını üstlenen büyükbaba ve büyükannenin kadınla olan ilişkilerini de yine sade bir zariflik ile anlatmasını da Assayas’ın başarı hanesine ekleyelim. Özellikle büyükbabanın oğlunun ölümü nedeni ile bir yandan suçladığı, bir yandan da özellikle çocuğun kendilerinden sonraki hayatını düşünerek affetmeye hazır olduğu kadına olan yaklaşımını abartısız bir duygusallık ve gerçekçilik ile ele almış hikâyemiz. Bu gerçekçiliğe “uyuşturucu sonrası hayat”la ilgili kolaya kaçmayan, gerçeklerin zorluğunu göstermekten kaçınmayan yaklaşımı da ekleyelim.

Assayas’ın senaryosunun pek önemsiz olmayan bir kusuru da var. Yukarıda belirttiğim “onca karaktere ihtiyaç var mıydı” sorusunun yanında, senaryonun gereksiz yan hikâyeleri de içine alması seyircinin asıl hikâyeye odaklanmasına engel oluyor zaman zaman. Hikâyenin “heyecan” unsuru açısından bir parça eksik olduğunu da düşünürsek, bu problem daha da önem kazanıyor. Büyükbaba rolündeki Nick Nolte ve küçük çocuğu canlandıran James Dennis’in “olgun” ve sade performanslarının da seyir keyfi kattığı film kusurlarına rağmen ilgiyi hak eden bir çalışma özet olarak.

(“Sil Baştan”)

Audrey Rose – Robert Wise (1977)

“Son diye bir şey yoktur. Ruh için ne doğum vardır ne de ölüm. Ne de, bir kez var olduktan sonra, var olmayı sonlandırmak. Ruh doğmaz, ölümsüzdür, hep var olandır, ölmeyendir ve ezelidir”

Kızlarının kendi ölen kızının ruhunu taşıdığını iddia eden bir adamın hayatlarına girmesi ile acı çekmeye başlayan bir ailenin hikâyesi.

ABD’li yönetmen Robert Wise’in son filmlerinden biri olan çalışma yönetmenin yorgun döneminin izlerini taşıyor. Frank De Felitta’nın aynı adlı romanından yazarı tarafından yazılan senaryo başta vaat ettiği gerilimi hem kalıcı kılamıyor hem de açıkçası bu havayı yakalayabildiği anlarda da çok yüksek bir düzey tutturamıyor. Anne rolündeki Marsha Mason ve küçük kızı canlandıran Susan Swift’in oyunculukları filmin en kayda değer yanı açıkçası. Yine de eski usul bir korku/gerilim hikâyesi izlemek isteyenler için iyi bir vakit geçirme aracı olabilir, kalıcı bir iz bırakmadan.

Başarılı bir kaza sahnesi ile açılan film bedenin ölmesi ile ruhun ölmediği ve başka bedenlerde yeniden dünyaya geldiği inancını, bir başka deyişle reenkarnasyonu sıkı bir şekilde savunan bir çalışma. Bunu savunduğunu da hikâyenin çok başlarında açıkça dile getirdiği ve seyirciye tereddüt imkânı vermediği için, hikâyenin gerilimi iddianın doğru olup olmadığından çok küçük kızın bu gerçeği kabullenmesi ve bununla ailesi ile bielikte mücadelesi üzerine kayıyor. Ne var ki ne bu mücadeleyi ne de annenin bu iddiayı kesinlikle ret eden babanın aksine kızının çektiği acının belki de gerçek nedeninin bu “yeniden doğum” olduğu kuşkusuna kapılması ve geçirdiği dönüşümü etkileyici bir sinema dili ile getiremiyor karşımıza Robert Wise. Yönetmenin son dönem filmlerindeki eskimişlik veya yorgunluk hemen her anında kendisini gösteriyor filmin. Hikâyenin son bölümlerinde -çok da etkileyici olmayan- bir mahkeme filmi halini alması da lehine olmuyor kesinlikle. Filmin bu zayıflığını örten ise çoğunlukla Mason ve Swift’İn oyunculukları oluyor. Film çekildiği tarihte on üç yaşında olan ve ilk oyunculuk denemesini gerçekleştiren Swift vasat bir oyunculuğun komediye dönüştürebileceği anların altından kalkmayı başarıyor ve filmin “inandırıcılık” alanındaki eksikliğini en çok gideren isim oluyor. Annesini oynayan ve dört kez Oscar’a aday olup hiç kazanamaması ile bilinen Mason ise her zamanki gibi dozunda tutturduğu oyunculuğu ile hikâyeye çok şey katıyor.

Romanın/filmin reenkarnasyon taraftarı olması elbette kendi başına eleştirilecek bir konu değil. Burada sorun Wise’ın hikâyeye birdenbire sokuverdiği Ganj nehrinde arınan Hintli görüntüleri ve bu görüntülere eşlik eden “Hare Krishna” sözlü müzikler ve anlatıcı sesle adeta bir manifesto ilan etmesi. Belli ki filme çekicilik katmak için eklenmiş olan bu sahneler, aksine filmde kesinlikle yapay bir havanın doğmasına neden olmuş. Anthony Hopkins’in role pek inanmamış görünen durgun oyunculuğu ve küçük kızın babasını canlandıran John Beck’in televizyon dünyası kariyerindeki vasat oyunculuğu da filme yardımcı olmuyor. Keşke açılıştaki kaza sahnesinin yalın ve etkili üslubu tüm film boyunca tercih edilseymiş ama bunun yerine Robert Wise klasik ve o dönem için bile eskimiş görünen “ucuz” numaraları tercih etmiş maalesef. Kim bilir, belki de artık söyleyecek bir şeyi kalmamış bir yönetmenin eseri diye görmek gerekiyor filmi. Tüm bunlara rağmen, sonradan unutmak kaydı ile filme göz atmakta bir sakınca yok yine de. Eski usul bir Hollywood filmi tarzı, havası ile her zaman seyre değer bir şeyler sunar çünkü.

Diyet – Lütfi Akad (1974)

“İnsan denizinin içinde tekme ile yol açacaksın”

Anadolu’dan İstanbul’a göç edip fabrikada çalışmaya başlayan işçilerin sendikalaşma ve diğer hak mücadelelerinin hikâyesi.

Lütfi Akad’ın Göç Üçlemesi’nin “Gelin” ve “Düğün”den sonraki son filmi. İlk ikisinde İstanbul’a gelen ailelerin ticaretle ayakta kalmaya çalışmasını ve bu uğurda “yitirdiklerinin” trajik hikâyelerini anlatan Akad yine kendi yazdığı senaryosu ile ilk iki filmde bu aileler için bir alternatif gibi görünen işçiliğin sorunlarını ele alıyor bu kez. Önceki filmlerde Yozgat’tan ve Urfa’dan gelen karakterlerin yerini bu defa Afyon’dan daha iyi yaşam koşulları için istanbul’a gelen bir aile almış. Sınıf bilincinin oluşmasına da odaklanan filmin ilham kaynağını Akad, daha sonra TRT için televizyona uyarlayacağı Ömer Seyfettin hikâyesi “Diyet”ten almış görünüyor. Üçlemede belki diğerlerinin bir parça gerisinde kalan film yine de hem Akad’ın hem sinemamızın önemli eserlerinden biri olmayı başarıyor.

Hülya Koçyiğit’in diğer iki filmde olduğu gibi başrolü üstlendiği ve yapımcılığında yine Hürrem Erman’ın ve görüntü yönetmenliğinde Gani Turanlı’nın isimlerini taşıyan film bir örgütlenme ve dayanışma hikâyesi olarak da özetlenebilir, ve bu iki kavramla birlikte bir sınıf bilinci hikâyesi olarak. 1961 anayasası ile gelen ama önce 1980 anayasası sonra da iktidarların çıkardığı kanunlar ile birer birer yok edilen hakların henüz taze olduğu yıllarda geçiyor hikâye. Erol Günaydın’ın Karadenizliliği ve komedisi ile hikâyenin havasını bir parça ve gereksiz şekilde dağıtmış görünen karakterinin sık sık vurguladığı gibi yasal bir hak sendika üyesi olmak ve grev de koşullar gerektirdiğinde kullanılması gereken yasal bir mücadele aracı. Ne var ki işverenlerin işçiye “ırgat” olarak baktığı, örgütlenmeyi engellemek için tacizlerden tehditlere kadar her türlü silaha başvurduğu ve hatta “ekmek yediğimiz yere karşı gelinmez” inancındaki işçilerin örgütlenenlere karşı muhbir olarak kullanıldığı, kısacası bugünden farklı olmayan bir dünyada direniyor bu işçiler. Kuşkusuz son yıllarda hızla vurgusu artan bir şekilde kazaların da “Allah’ın takdiri” olduğunun söylendiği bir dünya bu aynı zamanda. Akad’ın senaryosu bu konularda özellikle bugün bakıldığında yeni bir şey söylemiyor ama özellikle 1970’lerin ikinci yarısında sayısı artan politik -sadece dar anlamı ile değil, yaşadığımız her şeyin polititik olduğu anlamı ile de- filmlerin öncüllerinden birine kaynaklık etmiş olması ile önemli öncelikle. Koçyiğit ve Hakan Balamir’in karakterlerinin ve özellikle ikincisinin başrole rağmen finale kadar bir kahraman portresi ile sergilenmemesi ve birinin tereddütleri, diğerinin ise bencil hırsları ile karşımıza getirilmesini de takdir etmek gerekiyor kesinlikle. O dönem Türkiye sineması için cesur bir tercih bu kuşkusuz.

Hakan Balamir’in canlandırdığı ve dayanışmanın, örgütlenmenin değil bireysel kurtuluşunun peşinde koşan karakter filmin en büyük artılarından biri. Ne var ki Akad başta acınası bir cahillik ve acizlik ile resmettiği bu karakterin sonraki hırsı ve bilmişliğine ikna etmekte zorlanıyor seyirciyi. Başta o denli karikatürize çizilmemiş ve bunun sonucu olarak da o şekilde oynanmamış olsa, çok daha kalıcı bir karakter olabilirmiş bu adam Türk sineması için. Kadının babası hikâyenin bir başka çarpıcı ama yeterince iyi oynanmamış bir karakteri. Geldiği şehirdeki herkesin saygı duyduğu ve çekindiği bir adamdan İstanbul’un insan denizinde balon satan bir “zavallı ihtiyar”a dönüşen bir insanın iç acıtan bir trajedisi var burada. Karakterlerin iyi düşünüldüğü ama içinin yeterince iyi doldurulamamış göründüğü bir başka örnek de sendikalı işçiler. Bir parça fanatik çizilince, nerede ise diğer işçilerin onlardan uzak durmasına hak veriyorsunuz. Mücadelenin ve dayanışmanın coşkusu fanatizme yerini bırakmış görünüyor ki bu da film için doğru bir seçim olmamış sanki.

Akad yine yalın üslubu ile hikâyesinin gerçekçiliğine ve samimiyetine anlamlı bir katkıda bulunuyor bu filmde. Bu sadeliğini tek bir sahnede bırakıyor ve Balamir’in sendika karşıtı konuşması sırasında kamerasını eğerek elde ettiği eğik açı ile bu sahnenin etkileyiciğini artırıyor. Yukarıda da söz edildiği gibi, Koçyiğit’in diğer filmlerin aksine -en azından finale kadar- bu kez mücadeleyi başlatan karakter olmaması ve daha çok sorgulayan, düşünen ve tereddüt eden bir karaktere sahip olması Akad’ın fiilmine kattığı bir başka zenginlik olmuş. Babanın ölüm sahnesinin ajitasyondan kaçınan zarif sadeliği ve Balamir’in geçirdiği iş kazası sonucu sakat kalan ve ayakkabılarını giydiği işçi karşısındaki ateşli sendika karşıtı konuşmasının vuruculuğu da Akad’ın başarıları arasına eklenmeli. Bu konuşmanın içeriğini sadece konuyu değiştirerek, bugün de Soma’dan Gezi’ye her türlü hak arayışının karşısında olanların ağzına yakıştırabileceğinizi fark etmeniz ise Akad’ın toplumun önemli bir kesiminin ruh halini nasıl yakaladığını bir kez daha çok iyi anlamanızı sağlıyor.

Hz. Muhammed”in “İki birden, üç ikiden, dört üçten büyüktür; birleşiniz” hadisini metnine alan ve hikâyesi ile de bir bakıma Marx’ın “Dünyanın bütün işçileri birleşin” sözüne selam gönderen film sinemamız tarihi için taşıdığı değer ile ve Koçyiğit ile ustabaşını oynayan Erol Taş’ın oyunları ile de görülmesi gerekli önemli bir film. Hayatlarımızın ve kavgalardaki tarafların hiç değişmemesi ise filmin hatırlattığı ama ondan bağımsız bir umutsuzluk nedeni olsa da.

Everyday is Like Sunday – Morrissey (1988)

Morrissey’in The Smiths dağıldıktan sonraki ilk solo albümünden (“Viva Hate”) bir şarkı. Nevil Shute’un deniz kıyısında nükleer felaketi bekleyen insanları anlattığı “On The Beach” adlı romanından ve şarkıcının Galler’deki Bort adlı sahil yöresine yaptığı ziyaretten esinlenen sözleri ile şarkı her günün pazar olduğu ve her günün işte o pazar günü gibi sessiz ve gri olduğu bir dünyada yaşadığınızı hissettiğiniz anlar için ideal… ya da tam da o günlerde uzak durmanız gereken bir şarkı.