Ugly – Anurag Kashyap (2013)

ugly“Kendi karının telefonlarını mı dinletiyorsun?”

10 yaşındaki bir kızın kaybolması ile tüm yozlaşmış yönleri ortaya çıkan bir toplumun hikâyesi.

Hindistan sinemasından “kara film” tarzında bir suç filmi. Anurag Kashyap’ın yazıp yönettiği film, psikolojik boyutları olan bir gerilim hikâyesini ustalıkla anlatan ve gizemi hep ayakta tutan, ama anlattıklarının gerisindeki, tüm bireyleri ile yozlaşmış ve sözlü ve fiziksel şiddetin egemen olduğu bir toplumun resmini ihmal etmeden, hatta özellikle öne çıkararak bir derdi olduğunu da gösteren çalışmalardan. Biçimi ile Batı sinemasının tekniğinden geri kalmadığı gibi, orada çekilen pek çok filme de içeriği ile örnek olabilecek bir film bu. Popüler sularda kalarak da kalitenin öne çıkarılabileceğini kanıtlayan film ticari sinemanın örneklerinin izinden gidip genel seyirciye göz kırpıyor çoğunlukla ama bunu hem ustalıkla yapıyor hem de düşündürtmeyi başarıyor seyircisini.

Evet, karanlık bir film bu ama karanlığı asıl olarak, kaçırılan bir küçük kızın akıbeti üzerinden oluşturulmuyor. Aksine, zaman zaman kızı unut(turu)yor film ve kızla ilişkili tüm yetişkinleri eleştirisinin odağına alarak onlar üzerinden sert bir toplum eleştirisi de yapıyor. Evet, karanlığının yanında sert olarak da nitelenmeyi hak eden bir film karşımızdaki. Bu sertlik bir yandan hikâyeye hâkim olan sözlü ve fiziksel şiddetten, diğer yandan da karanlığı da oluşturan bir umutsuzluğun filmin atmosferinden hiç eksilmemesinden kaynaklanıyor. Her bir bireyin finalde çözümle birlikte daha da altı çizilen bir “kötülüğün” aracı olduğunu görüyoruz hikâye boyunca. Söylenen yalanlar, aldatmalar, sözlü ve fiziksel şiddet, işkence, cinayet, işkence vs. ne ararsanız var hikâyede ama garip bir şekilde bunların tümü oldukça doğal duruyor ve herhangi bir zorlama duygusu yaratmıyor seyredende. Burada filmin fazlası ile karanlık olması bir eleştiri konusu yapılabilir belki ama Kashyap’ın senaryosu küçük kara mizahı ve ondan da çok ustalıkla oluşturulmuş diyalogların yarattığı gerçekçilikle bu karanlığı zenginleştirmeyi başarıyor kesinlikle. Yönetmenin oyunculara pek çok sahnede sadece ne olduğunu anlatıp yazdığı diyalogları verdiğini ve gerisini onların doğaçlama yeteneğine bıraktığı söyleniyor. Açıkçası bu bir hayli işe de yaramış görünüyor. Örneğin kızın kaçırılması üzerine karakola giden baba ve arkadaşının orada dertlerini anlatmaya çalışırken akıllı telefonlar ve kameraları üzerinden gelişen konuşmalar eğlenceli olmakla kalmamış, aynı zamanda absürt yanı ile şaşırtan ve ilerleyen dakikalarda karşı karşıya kalacağımız sertliğin de ilk ipuçlarını veren içeriği ile çok başarılı olmuş. Bu sahnenin bir dakika sürmesinin planlandığı ama oyuncuların başarılı doğaçlama performansları ile on dakikayı aştığını da söyleyelim ilginç bir not olarak.

Açılışından finaline kadar gerilimini ayakta tutmayı başaran, küçük kıza ne olduğundan çok, her ne olduysa onu kim(ler)in yaptığına odaklanan film (ki bu aslında filmin eleştiriye açık bir yanı çünkü kötücül bir eylemin kurbanının zaman zaman ihmal edilmesi anlamına geliyor bu), şehrin yoksul mahallelerinde gezintiye de çıkarıyor bizi ve kötülüğün ve yozlaşmanın hem sonucu hem bir örneği olan bu mekanlarda dolaşırken gerçekçi anlar da yakalamayı başarıyor. Kaçırılan çocuğun “beyaz” tenli ise Hintliler’den, “koyu” tenli ise yabancılardan talep gördüğü bir dünyayı çiziyor film ve açıkçası milliyetçi bir Hintli’nin pek de hoşlanmayacağı bir karanlık tablo ortaya koyuyor ülke için. Oyunculuklarda, Müfettiş Jadhaw karakterini canlandıran Girish Kulkarni ve Chaitanya Mishra rolündeki Vineet Kumar Singh’in öne çıktığı film müzik kullanımı ve tercihleri ile de klasik bir Hint filminden farklı bir noktada durmayı tercih etmiş görünüyor ve bu alanda da kesinlikle başarılı bir sonuç çıkarmış ortaya. Finalde bir karakterin ağzından gereksiz bir şekilde vurgulanıyor olsa da, gerçekten farklı bitebilirdi hikâye eğer herkes bu denli bencil, kötü ve önyargılı olmasaydı diye düşündürten bu film Hint sineması içinde izlenmeyi hak eden bir örnek ve görmekte yarar var kesinlikle. Nikos Andritsakis’in hem doğal hem etkileyici olmayı başaran görüntüleri ve her bireyin içinde var olduğunu iddia ettiği kötülüğü sergilemesi ile de önemli olan film, ikinci yarısında bir parça tekrara düşmek gibi bir kusura sahip ama yine de kaliteli bir popüler sinema örneği olmasına engel oluşturmuyor bu durum.

(“Çirkin”)

Wendy and Lucy – Kelly Reichardt (2008)

wendy-and-lucy“Köpek maması alacak parası olmayan bir insan, köpek sahibi olmamalı”

Bir iş bulup çalışmak üzere arabası ve köpeği ile Alaska’ya gitmeye çalışan yoksul bir kadının hikâyesi.

ABD’li yönetmen Kelly Reichardt’tan bağımsız sinemanın yüzakı örneklerinden biri olan ve çok düşük bir bütçe (yaklaşık 300 Bin USD) ile çekilen film, yoksul bir kadının ayakta kalma çabasını dramatik anlardan özenle uzak durarak ama yine de yüreğe dokunmayı başaran bir dille anlatan bir çalışma. Başroldeki Michelle Williams’ın filmin gerçekçi atmosferine tam bir uyum içindeki performansı ile de dikkat çeken film, yoksulluğun hayatlarının bir gerçeği olduğu bireyleri gözlemci bir tavırla ve seyrederken hiçbir müdahalede bulunulmadığını hissettiren bir hikâye ile anlatıyor bize ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının parlak örneklerine selam gönderiyor bir bakıma.

Cebinde çok kısıtlı bir para olan, harcadığı her kuruşun içini acıttığı, sokaktan topladığı boş teneke kutularını satarak birkaç kuruş kazanmaya çalışan ve hem köpeği hem kendisi için marketten yiyecek çalarak hayatta kalmaya çalışan bir kadın Wendy ve en sadık arkadaşı da aralarında sağlam bir dostluk olan köpeği Lucy. Hikâye bu ikiliyi Alaska’ya giden yolda uğradıkları Oregon’da getiriyor karşımıza ve arabanın bozulması nedeni ile burada kalmaları sonucu yaşadıklarını anlatıyor. Yaşadıklarını derken, bundan Hollywood’un sözlüğündeki anlamın çıkarılmaması gerekiyor. Birkaç günü tam bir gözlemci tavırla ve adeta gerçek bir karakteri takip eden bir belgeselci gözü ile anlatıyor Kelly Reichardt. Bu gözlemlerini bizimle paylaşırken de ıssızlaşmış ama bir zamanlar öyle olmadığı hissettirilen bir kasabadaki kimi karakterleri yoksullukları ile birlikte sergiliyor ve hayatın durmuş gibi göründüğü bu yerdeki bireylerin bezgin ve adeta öylesine yaşayıp giden hallerini gerçekçiliği ile etkileyen bir biçimde yansıtıyor hikâyesi boyunca. Jonathan Raymond’un “Night Choir” adlı hikâyesinden uyarlanan film, kaynağına özgü “küçük hikâye” havasını da koruyor ve öncesine tanık olmadığımız gibi sorasına da tanık olmayacağımız bir şekilde, bir karakterin hayatından bir kesiti getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de ne önce ama özellikle ne de sonrası için farklı bir resim çiziyor ve bir umut veya en azından bir değişiklik vaat etmiyor.

En dramatik sahnelerinde bile (“ayrılık” sahnesi veya kadının geceyarısı tepesinde dikilen tuhaf bir adamla karşı karşıya kalması) sakinliğini ve gerçekçiliğini koruyur film ve bu tercihi ile önümüze getirdiği karakter için tüm bunların “sıradan” olduğunu, onun hayatını derin bir yoksulluğun çizdiği bir çerçeve içinde sürdürmeye çalışırken benzer olaylarla sıklıkla karşılaşmış olabileceğini söylüyor bize. Tüm bunlar filmin karanlık bir atmosfere sahip olduğu sonucuna götürmemeli bizi. Evet, zorluklar içinde hayatını sürdüren ve bir iş bulabilmek (ve o da muhtemelen düşük ücretli bir iş) uğruna binlerce kilometre yolculuk eden, hayatında köpeği dışında kendisine destek olacak bir ilişkisi yok gibi görünen bir kadın var karşımızda ama yönetmen Reichardt ve oyuncu Williams bu resimden gerçekçi bir şiir çıkartıyorlar karşımıza ve tüm olumsuzluklara rağmen bir “devam etme” hikâyesi anlatıyorlar bize. Burada kimi eleştirmenlerin de dikkat çektiği bir referansı dile getirmekte yarar var. Film İtalyan Yeni Gerçekçilik akımına selam gönderiyor demiştik: Burada özellikle Vittorio de Sica’nın “Umberto D.” adlı başyapıtını hatırlamakta yarar var. O filmde Umberto D. adındaki yaşlı ve yine köpeği olan yaşlı bir adam yoksulluğun pençesinde, dilenmekten intihara kadar uzanan alternatifler arasında gezinirken benzer bir hayatı sergiliyordu bize. Bu benzerlik, Reichardt’ın senaryosunu Jonathan Raymond ile birlikte yazdığı filminin Amerika’dan çok Avrupa sinemasına yakın duran havasının da bir örneği olarak dikkat çekiyor.

“Basit” bir hikâyeyi hiç uzatmadan (sadece 80 dakika sürüyor film) ve yapaylıklara, “heyecan” yaratmak veya filmin daha uzun sürmesi için zoraki eklenmiş anlara/yan hikâyelere başvurmadan anlatan film yalın bir dil ile de etkileyici olunabileceğini de kanıtlıyor. Örneğin, geceyarısı ormanda tepesine dikilen ve parasını isteyen adamın yarattığı korkuyu sadece Williams’ın yakın plan yüzü (ve hatta yüzünün bir kısmının battaniye altında olduğunu düşünürsek gözleri) ile anlatıyor hiç ek bir vurguya veya teknik oyunlara girişmeden. Kaybolan köpeği için kasabaya yapıştırdığı ve üzerinde köpeğinin resmi olan el ilanındaki “I am Lost” ifadesi ile kahramanımızın ve aslında toplumdaki tüm yoksulların kaybolmuşluğunu ve kadının bir sahnede ağzından duyduğumuz “Buradan sadece geçiyordum” cümlesi ile benzer bir hayatı süren bireylerin de adeta yaşam denen yoldan öylesine geçtiklerini ima ettiğini söyleyebileceğimiz filmin derdinin ne olduğu belki de asıl şu sahnede gizli: Kendisini hırsızlık yaparken yakalayan market çalışanı, genç kadına “Köpek maması alacak parası olmayan bir insan, köpek sahibi olmamalı” derken, sistemin ima ettiği daha acımasız bir yargıyı dile getiriyor belki de: Yoksulsan “yaşamamalısın”. Michelle Williams’ın mükemmel oyununun da mutlak bir takdiri hak ettiği film izlenmeli, özet olarak.

(“Wendy ve Lucy”)

Like Someone in Love – Abbas Kiarostami (2012)

Like Someone In Love“Kendine yalan söylendiğini düşündüğünde, soru sormamak en iyisidir. Tecrübe bunu öğretir insana işte”

Yaşlı bir profesör ile okuduğu üniversitenin parasını ödemek işin seks işçiliği yapan genç bir kadının arkadaşlığının hikâyesi.

İranlı yönetmen Abbas Kiarostami’nin yazdığı ve yönettiği, Fransa – Japonya ortak yapımı olarak çekilen bir film. Yönetmenin bir Japonya gezisinde bir gece vakti sokakta gördüğü ve kendisinde iz bırakan, gelinlik içindeki bir genç kızın görüntüsünden ilham alarak çektiğini söylediği film melankolik havası, sakin temposu ve yalın görüntüleri ve kurgusu ile “aşk gibi” bir hikâye anlatıyor bize. Uzun planları, pek hareket etmeyen kamerası ile, o herkese göre olmayan filmlerden biri bu ama yönetmenin bir önceki filmi ile tema açısından ortak bir yanı da olan çalışma Kiarostami’yi tanıyanlar ve sevenler için görülmesi gerekli bir sinema eseri.

Gece kulübüne benzeyen bir ortamda sabit kamera ile çekilen bir sahne ile açılıyor film: Genç bir kadın sevgilisi olduğunu düşündürten bir kişi ile telefonda konuşuyor ve bu kıskanç kişiyi yalanlar ile atlatmaya çalışıyor. Bunu yaparken de başka bir genç kadından yardım alıyor. Orta yaşlı bir adam genç kadını bir “iş”e yollamaya çalışıyor ama kadın yarın sınavları olduğunu ve yorgun olduğunu söyleyerek gitmek istemiyor. Bu açılış sahnesindeki karakterleri ve kim olduklarını/ne yaptıklarını hikâye yavaş yavaş ilerlemeye başladıkça anlıyoruz. Hikâyenin bundan sonraki hemen tüm kısmı temel olarak üç karakter arasında geçiyor: Genç kadın, kıskanç adam ve kadının “iş”e gittiğinde tanıştığı yaşlı profesör. Tanık olduğumuz hikâye, aşık ve kıskanç genç adamın kadına sorgulayıcı ve hırpalayıcı yaklaşımının, tipik bir “erkek bakışı”nın örneği olan tavırlarının karşısına yaşlı adam ile kadın arasında gelişen dostluğu ve, sorgulamayı değil anlamayı ve kabullenmeyi içeren davranışları koyuyor. Kısacası, “hikâye” arayanların arzuladığı türden bir hikâye değil bu: Karakterler konuşuyorlar, anlatıyorlar, sorular soruyorlar vs. Evet arada “aksiyon” sahneleri de var ama onlar da hikâyenin ruhuna uygun sahneler ve hız, tempo, heyecan vs. düşkünlerini tatmin etmekten çok uzak bunlar. Kiarostami’nin tempo, hız, heyecan vs. gibi bir derdi yok burada, diğer filmlerinde olduğu gibi. Hayatın içinden seçip aldığı üç karakteri -kimi yan karakterlerle de zenginleştirerek- önümüze bırakıyor temel olarak ve onların konuşmalarına tanıklık etmemizi istiyor (bu konuşmalar, örneğin bir Tarantino filminde olduğu gibi, öyle büyük konuşmalar değil, “sıradan” sohbetler bunlar). Örneğin, genç kadının kendisini ziyarete gelen büyükannesinin ona ulaşamadığı için telefonuna bıraktığı yedi mesajını hiç acele etmeden tek tek dinletiyor bize Kiarostami. Bu “durgun” hikâye dinlemeye kendini bırakanlar için keşfedilmeyi bekleyen çekici öğelere sahip ama. Örneğin, karakterlerden birine karşı diğer iki karakterin kimlik değişikliği üzerinden giriştiği bir oyun var ortada ki hikâyeye hem heyecan katıyor hem de filmin kendine özgü sakin ve küçük mizahının da temel kaynağı oluyor.

Yalın görüntülerle anlatıyor derdini Kiarostami ve Takeshi Kitano ile yaptığı çalışmalarla tanınan Japon görüntü yönetmeni Katsumi Yanagijima’nın yalın ve sadece araba camından yansımalarla “renklenen” çalışmasını hikâyesinin doğru bir tamamlayıcısı olarak kullanıyor. Film şehri de çoğunlukla hareket eden bir arabanın içinden göründüğü ve duyulduğu kadarı ile getiriyor karşımıza. Filme adını veren ve Ella Fitzgerald yorumunu bir sahnesinde dinlediğimiz şarkının sözlerindeki gibi “bir aşk herhalde bu” demiyor doğrudan hikâye ve tıpkı yalın ve net görüntüleri gibi imalarda da bulunmuyor. Adeta birilerinin hayatından iki günü veriyor bize tanıklık ve tecrübemiz için. Tıpkı bir önceki filmi “Copie Conforme – Aslı Gibidir”de olduğu gibi “rol oynama”, hayat ve sanat ilişkisi gibi temalara da değinen film hikâyesinin kurgusu ve karakterleri ile Yavuz Turgul’un “Gönül Yarası”, iki baş karakterinin ilişkisi açısından da Kieslowski’nin “Trois Couleurs: Rouge – Üç Renk: Kırmızı” filmlerini hatırlatacaktır kimilerine kuşkusuz. Üç başoyuncusunun (Tadashi Okuno, Rin Takanashi ve Ryô Kase) ekonomik ve sade oyunculukları ile filme yakışan bir performans sergiledikleri çalışma, evet herkese göre değil. Kadının bir taksi ile Tokyo’nun gecesi içinde bir düş sahnesindeki gibi kayarak gittiği türden sahnelerden hoşlananlar içinse, elbette görülmesi gerekli bir Kiarostami filmi bu. Yasujiro Ozu’nun ülkesinde onun sinemasına da göndermelerde bulunan bu çalışması “Copie Conforme”nin gerisinde kalsa da ve tekrarladığı temaları bu kez o denli güçlü işleyememiş olsa da, ne olursa olsun bir Kiarostami filmi bu sonuçta.

(“Sevmek Gibi”)

Becoming Jane – Julian Jarrold (2007)

Becoming Jane“Aşkımız aileni mahvedecekse, kendini de yok eder. Uzun sürede, yavaş yavaş, vicdan azabı ve pişmanlıkla”

Jane Austen’ın bir yazar olarak ün kazanmadan önce, İrlandalı bir erkekle yaşadığı aşkın hikâyesi.

İngiliz edebiyatına klasikler armağan etmiş, kadınların yazar olmasının en hafif deyimi ile tuhaf karşılandığı bir dönemde yeteneğini ve zekâsını toplumun beklentisinin aksine gizleme gereği duymadan ürettikleri ile haklı bir üne kavuşmuş İngiliz yazar Jane Austen’ın yazarlık günlerinin başlangıcına odaklanan bir film. İngiliz yönetmen Julian Jarrold’ın İngiltere ve İrlanda ortak yapımı olarak çektiği filmin senaryosu Kevin Hood ve Sarah Williams tarafından yazarın mektuplarına da dayanılarak oluşturulmuş. Sinemanın sıkça yaptığı gibi kimi gerçeklerin “sinemasal cazibe uğruna” tahrif edildiği film, öncelikle Jarrold’ın zarif anlatımı ve bu anlatım sayesinde kostümlü dönem filmlerinin havasından rahatça sıyrılabilmesi ile dikkat çekiyor. Eigil Bryld’in başarılı görüntüleri ve Adrian Johnston’ın hikâyenin dönemine uygun müzik çalışması ile de renklenen filmin en önemli başarısı yazarın hayatını -yaptığı kimi önemli değişiklik ve eklemelerle- bir Austen romanı tadında anlatmaya soyunması ve bunun altından da genel olarak kalkabilmiş olması. Bunun yanında, filmin önemli temalarının (kadın hakları başta olmak üzere) filmin hafifliğinin zaman zaman altında kaldığını da söylemek gerekiyor. Bir başka deyişle, filmin “aydınlığı” anlatmaya soyunduğu karanlığı çoğunlukla da gereksiz yere yok ediyor zaman zaman.

Sevimli açılış sahnesinden başlayarak etrafındakilerin huzurunu kaçıran bir karakterle karşı karşıya kalacağımızı söyleyen film, İngiliz edebiyatının bu ünlü isminin kadınların “Önce evlat ve kardeş, sonra eş ve anne” olmalarının beklendiği bir dönemde ve “Bu kıza bir koca lâzım” cümlesinin sıklıkla kurulduğu bir toplumda, tüm bu rollerin dışında hareket etmeye çalışan, paranın ve kocanın değil, kendisini en iyi ifade etme aracı olarak gördüğü edebiyatın ve aşkın peşine düşen bir karakteri anlatıyor bize. Her ne kadar gerçeklerle epey bir oynasa da sonuçta klasik sinemanın sınırları içinde hareket eden film, kahramanının gerçek hayatta hiç evlenmediğini ve aşkı bulamadığını bilenler için, sürprizli bir son içermiyor doğal olarak. Filmin yaratıcıları bu sürprizi, hikâyede anlatılanın aksine bir tanışıklıktan öteye geçmemiş gibi görünen bir “ilişki”yi tam da Austen romanlarına yakışan tarzda bir aşka dönüştürerek üretmeyi denemişler ve açıkçası bunu yeterince başarmış da görünüyorlar. Paranın ve geleneklerin tüm bireylerin hayatını –herkesçe doğal kabul edilen bir şekilde- etkilediği bir toplumda “vuslatsız bir aşk”ı anlatıyor film ve gerçekle ilgisi olmadığını bilseniz de sizi bir şekilde etkilemeyi başarıyor bununla. Bu aşkın iki kahramanını canlandıran Anne Hathaway ve James McAvoy’un doğal ve karakterlerine yakışan oyunculukları da bu aşk hikâyesine bir cazibe katıyor ve öyle olmayacağını bilseniz de bu aşkın mutlu bir sona kavuşmasını dilemenizi sağlıyor. Bu da bir Austen romanı havasında anlatılan bir film için doğru bir tercih kuşkusuz.

Yönetmen Jarrold’ın karakterlerinin ironik yanlarını başarı ile işlediği film kimi sahnelerinde de kalıcı bir başarıya sahip. Örneğin iki aşığın aşklarının henüz başında Henry Fielding’in “The History of Tom Jones, a Foundling” romanı üzerinden çekişme içeren flörtleri, Hathaway’in yüzünde aşkın yarattığı duru ve aydınlık güzellik veya ormandaki sahnelerde elde edilen zarafet gibi öğeler filme epey çekicilik katıyor. Jarrold’ın kimi küçük oyunları da filme eğlenceli kılmaya yaramış: İki ana karakterin ilk kez yalnız kalmalarından hemen önce, kadını ormanda doğal ortamında yürümenin verdiği rahatlık, erkeği ise taşra hayatına uyumsuz bir şehirlinin rahatsızlığı içinde göstermesi örneğin, hoş bir oyun kesinlikle. Filmin finalinde artık ünlü ama yalnız bir yazar olan Austen’ı Mozart’ın Figaro’nun Düğünü Operası’ndan “Deh Vieni, Non Tardar” aryasını dinlerken göstermesi ve tam da bu aryaya uygun bir şekilde hep özlenen sevgili ile karşılaştırması da filmin inceliklerinden biri.

Julie Walters’dan Maggie Smith ve ölümünden hemen önce oynadığı bu son filmde Ian Richardson’a yan karakterler de başarılı oyunculuklarla geliyor karşımıza ve özellikle hayli kısıtlı bir roldeki (Mr. Wisley) Laurence Fox başta olmak üzere diğer oyuncular da bu usta isimlere keyif verici bir şekilde eşlik ediyorlar. Austen’ı canlandıran Hathaway’in rolü için bir parça fazla zarif ve güzel durmasının örneği olduğu bir kusuru da var filmin. Oyuncunun performansından bağımsız olarak, “romantik komedi karakteri” aydınlığında çizilen Austen’ın o büyük edebiyatçı olacağına inanmak bir parça zor ve filmin kimi karanlık yanlarının da önüne geçiyor açıkçası onun bu aydınlık havası. Austen’ın ebeveynlerinin “üstü örtülü” yatak sahnesinin veya filmin posterinde Hathaway’in bize doğru bakarken gösterilmesinin de örneği olduğu kimi başka tercihler de bu problemin göstergelerinden. Yine de bu kusuruna rağmen, Austen’ı Austen romanı gibi anlatan filmi görmekte ve zarafet ve inceliğine tanık olmakta yarar var.

(“Aşkın Kitabı”)