“Dalga geçmiyorum, efendim. Ben gönüllü yazıldım orduya. Üniforma giymek, bayrağı selamlamak ya da görevimi yapmakla bir sorunum yok. Sorun sadece silah taşımak ve birinin canını almak”
İnançları gereği eline silah almayı reddeden, gönüllü olarak katıldığı ve sıhhiyeci olarak görev yaptığı savaştan onur madalyası ile dönen Desmond T. Doss’un hikâyesi.
Gerçek bir karakter olan Desmond T. Doss’un hayatını anlatan, Terry Benedict’in 2004 yapımı “The Conscientious Objector” adlı belgeselden yola çıkılarak çekilen bir film. Yönetmenliğini Mel Gibson’ın yaptığı filmin senaryosunu Robert Schenkan ve Andrew Knight birlikte yazmışlar. “Gerçek bir hikâye” diye başlayan ama elbette “sinemasal gerçeklik” adına gerçeklerle oynanan film, teknik açıdan göz kamaştırıcı bir başarısı olan ama şiddeti sergilemekteki pervasızlığı ve içeriği ile ciddi soru işaretleri de uyandıran bir çalışma. Başroldeki Andrew Garfield’ın performansı ile parladığı filmin görsel ve işitsel unsurları oldukça üst düzeyde seyrederken, Mel Gibson kendi inançlarına uygun bir sonuç çıkarmış hikâyeden ve sömürü derecesine varan şiddet ve sertlik kullanımı ile ortaya parlak bir ticarî sonuç çıkarmış. Bir başkasının elinde anti-militarist bir içerik kazanabilecek olan hikâye burada güçlü bir “inanç” ve “inancına sadık kalma” anlatımına dönüşüyor ve teknik başarısı ile kesinlikle ilgi çekmeyi başarıyor.
“Eğer inançlarıma sadık kalmazsam kendimle nasıl barışık kalabileceğimi bilmiyorum” diyen bir genç adam var karşımızda. Kısa ama çok sert bir savaş sahnesi ve buna eşlik eden bir “Tanrı’nın sonsuz gücü ve ona inananların yenilmeyeceği” sözleri ile başlayan film 16 yıl öncesine dönüyor ve genç adamın Birinci Dünya Savaşı’ndan çok ağır bir travma ile dönen, alkolik, eşine şiddet uygulayan ve depresif babası ile uysal ve dindar annesi ve erkek kardeşi ile sürdürdüğü gençliğini gösteriyor bize (Gerçekte Desmond T. Doss’un bir kız kardeşi de varmış ama filmde ailenin sadece iki çocuğu var). Bir kavga esnasında kardeşinin başına tuğla ile vuran ve onu öldürmüş olduğunu düşünerek çok korkan ve pişman olan Desmond evdeki “Göklerdeki Babamız” tablosunun önüne gidiyor ve Tanrı’nın 6. emri (“Öldürmeyeceksin”) ile göz göze geliyor. Sonra 15 yıl ileriye atlıyor hikâye ve Desmond’un orduya yazılma sürecini, askerî eğitim sırasında karşılaştığı zorlukları ve müstakbel eşi ile tanışmasını anlatılıyor. Filmin buraya kadar olan bölümü -açılış sahnesi hariç- ortalama bir Amerikan filmi düzeyinde gidiyor ve “muhteşem bir manzaranın önünde öpüşme”nin de aralarında olduğu kimi alışıldık görüntüleri ile idare ediyor. Herkesin ortasında öpüşülebildiği ama nedense “seni seviyorum” denemediği bu bölümden sonra tekrar başlangıç zamanına, savaşın tam ortasına geri döndüğümüzde ise film hem olumlu hem olumsuz yönde bu ortalama görünümden oldukça sapıyor.
“(Savaşta) öldürmeyeceğim, hayat kurtaracağım” kararlılığındaki genç adamın başarılı görüntü çalışması eşliğinde anlatılan hikâyesi insanın insana ettiği en büyük toplu kötülüğün ortasındaki bir “pasifist”in (ya da bir “vicdani retçi”nin) hikâyesini anlatmak gibi yüksek bir potansiyel ile çıkıyor yola. Ne var ki bu potansiyel teknik açıdan fazlası ile ve zaman zaman da çarpıcı bir şekilde kullanılırken, içerik olarak sınıfı pek de geçemiyor film. Silaha dokunmadığı gibi, inançları gereği cumartesi günleri de çalış(a)mayan kahramanımızın askerî eğitim boyunca karşılaştığı aşağılamalar, dışlanmalar ve fazlası ile kötü mualemeyi hem doğrudan hem dolaylı olarak bir “inanç savaşı” hikâyesinin aracı olarak kullanıyor Gibson ve adeta baş karakterinin kutsal savaşını anlatıyor ve bunu askerlerin hayatını kurtarması üzerinden olduğu kadar inançlarından taviz vermemesi üzerinden de yapıyor. Yüzündeki gülümsemeyi ve sevecenliğ hep korumaya gayret eden adamı böylece adeta kutsal bir hale ile sarmalıyor film ve bize nerede ise dinî bir hikâye anlatıyor. Bu bağlamda film bir vicdani ret hikâyesi olmanın değil, bir inanç hikâyesi olmanın peşinde olduğunu da hiç saklamıyor seyircisinden. Bunu kabul edersiniz veya etmezsiniz ama “öldürmeyeceksin” emrine duyduğu inançla hareket eden bir insanı anlatan ve onun tercihlerine büyük bir saygı ve sevgi ile yaklaşan bir filmin şiddet görüntülerini rahatsızlık verecek çizgiyi defalarca ve aşırı bir şekilde aşarak vermesine ne demek gerekiyor? Havaya uçan bedenler, parçalanan organlar, deforme olmuş yüzler, alev topları ile yanan vücutlar, üst üste yığılmış cesetler, fışkıran kanlar vb. görüntüleri defalarca ve nerede ise bir aksiyon filminin arsız estetiği ile göstermenin anlamı ne? Japonların -o çarpışmanın gerçeklerinden bağımsız olarak- bir vahşi hayvan olarak gösterildiği ve düşmanlıklarının sürekli vurgulanmasının ve cinayetlerin (evet cinayet, sonuçta kahramanımızın inancı da savaştaki her ölümün bir cinayet olduğu üzerine kurulu, değil mi?) uzun uzun ve görsel çarpıcılığın hep ön planda tutulduğu bir şekilde peş peşe önümüze getirilmesinin anlamı ne? Gibson tom bunları gösterirken ne savaşın bir vahşet olduğunu düşünüyor ne barışçı bir mesajın peşinde ve ne de militarizm eleştirisini hedefliyor; tüm bunlar onun için sadece baş karakterinin kahramanlığının boyutlarını göstermek için birer araç. Bir başka ifade ile söylersek, sertlikte ne kadar ileri giderse, genç adamın “kutsal kahramanlığı” da o kadar değer kazanacak diye düşünüyor ve buna göre kurguluyor hikâyesini. Ortaya çıkan da “eline silah alanı ve almayanı ile biz bir takımız ve birlikte başarabiliriz” hikâyesi oluyor.
Sonuçta kimi gerçekleri değiştirmiş olsa da yüze yakın insanın hayatını olağanüstü bir gayret ve cesaretle hareket ederek kurtaran gerçek bir kahramanı anlatan bir film bu. Doss’un asla silaha dokunmama kararı aslında babası ile dayısı arasındaki bir kavganın, annesi müdahale edip ellerindeki silahı almasa gidebileceği noktayı fark etmesinin sonucu olsa da ve eşi ile tanışma hikâyesi tamamen uydurulmuş ve aslında adama kilisede kendi inançları ile kitap satarken gerçekleşmiş olsa da ve belki de en önemlisi genç adamın kendi düğününü kaçırması tamamen uydurma olsa da bunları Hollywood işte” diyerek unutabiliriz elbette. İşin belki de asıl ilginç tarafı Mel Gibson’ın bazı gerçekleri “inanılması güç” olması nedeni ile filme koymadıklarını söylemesi. Bir Japon askerinin karşı karşıya olduğu Desmond’a ne zaman ateş açmaya kalksa silahının tutukluk yapması gibi anları eklememiş filme Gibson ama açıkçası ekledikleri yeterince sınırı zorluyor zaten: Örneğin Desmond’un tanrıya seslendiği sahnede adeta cevap alırcasına “imdat” çağrısını işitmesi bir “mucize”den başka bir şey değil. Gibson’ın, karakterini zaman zaman dinsel bir kutsallık içinde gösterme çabasını da bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor; örneğin şiddetli çatışmanın olduğu ve onlarca insanın hayatını kurtardıktan sonra kendisinin de yaralandığı sırttan sedye ile yere indirilirken kameranın onu adeta göklerde süzülen ve aramıza karışan bir melek gibi göstermeye gayret etmesi dikkat çekiyor.
Finalde Desmond T. Doss’un ve hayatını kurtardığı birkaç kişinin gerçek görüntülerinin de gösterildiği film başta “Bir kişi daha” sahnesi olmak üzere kesinlikle etkileyici anları olan ve vahşetin ortasında bir pasifistin hikâyesini kayda değer bir biçimde anlatmayı başarması ile dikkat çeken bir çalışma. Başroldeki Andrew Garfield’ın, inancına taban tabana zıt bir dünyada gösterdiği onurlu cesareti ile her türlü saygıyı hak eden karakterinin güçlü inancını gerçekçi ve doğal gösteren bir performansı da filmin önemli kozlarından biri.
(“Savaş Vadisi”)