Accident – Joseph Losey (1967)

“Ne yapacağımı bilmiyorum, ona doyamıyorum. Ne yapmalı, bilmiyorum”

Oxford Üniversitesi’nden iki akademisyen, ikisinin de ilgi duyduğu Avusturyalı bir kadın öğrenci ve ona ilgi duyan bir İngiliz öğrencinin bir kazanın kaderlerini belirlediği aşklarının ve ihtiraslarının hikâyesi.

Nicholas Mosley’in aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Harold Pinter’ın yazdığı ve yönetmenliğini Joseph Losey’in üstlendiği bir Birleşik Krallık yapımı. Pinter ile Losey’in üç iş birliğinden ikincisi (diğerleri iki diğer parlak sinema örneği olan 1963 tarihli “The Servant – Genç Hizmetçiler” ve 1967 yapımı “The Go-Between – Arabulucu”) olan çalışma 1960’ların sinemasından özgün ve sağlam bir klasik. Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan film gişede ise hayli başarısız olmuştu. Görünürdeki basit ve sıradanlıkların arkasındakileri yavaş yavaş artan bir gerilimle ve ilginç bir büyü inşa ederek anlatan film gösterime girdiği tarihte New York Times’ın ünlü eleştirmeni Bosley Crowther tarafından pek beğenilmemiş ve “ne güçlü bir dram ne de yeterince iğneleyici bir yergi” olmakla eleştirilmişti. Güçlü oyuncu kadrosu ile de önemli olan çalışma, derdini ve elini fazla belli etmeyen, kolay yollara sapmayan ve seyirciden de -düşünsel- katkı bekleyen bir klasik.

İki katlı, bahçe içindeki bir evi karanlıkta göstererek açılıyor film ve jenerikten hemen sonra kamera eve doğru yaklaşırken gecenin kendine özel seslerinden oluşan sessizliğini yırtan ve hızla ilerlediği anlaşılan bir arabanın yaptığı kazanın sesi ile seyirciyi hazırlıksız yakalıyor. Bir süre sonra bir adam evden dışarı çıkıyor ne olduğunu anlamak için, kaza yapan arabanın yanına koşuyor. Arabanın içindeki ik kişiden biri ölmüştür ve adam her ikisini de tanımaktadır. Buradan uzun bir geçmişe dönüş başlıyor ve o kaza gecesine kadar olanları izliyoruz, finalde kaza sonrasına dönmek üzere. Bu sahnede gökyüzündeki aya iki kez dönüyor kamera ve bir at kısa süreliğine karşımıza çıkıyor. Kameranın ayı göstermesi ve özellikle de at ile ne demek istiyor Losey anlaşılmıyor ama hikâye bunun dışında özellikle yorumlanması zor sembollere başvurmuyor. Yaralının ters dönen arabadan kendisini dışarı atarken ayakkabısı ile ölenin yüzüne basması (Losey iki kez gösteriyor bu sahneyi, yaralıyı yaptığından dolayı uyaran sesle birlikte) örneğin, yorumu ve anlamı daha kolay öngörülebilecek bir sembol. Filmin başrol oyuncularından biri olan Stanley Baker da filmin ne anlattığının anlaşılmadığı eleştirisini “Losey ne gösteriyorsa onu anlatıyor” şeklinde cevaplamış .

İngiliz öğrencinin aristokrat kimliği ve Avusturyalı öğrencinin prensesliğinin konuşulması hikâyenin aristokrasi ile ilgili bir meselesinin olduğunu söylüyor bize. Dirk Bogarde’ın oynadığı akademisyenin “Bütün aristokratlar öldürülmeliydi” cümlesi -içerdiği espriye rağmen- önemli örneğin ve yine onun Michael York’un canlandırdığı İngiliz öğrencinin evinde oynamak zorunda kaldığı tuhaf oyun da anlamsız sertliği ve içeriği ile aristokrasinin kendini özel ve farklı kılmak için uydurduğu ritüelleri çağrıştırıyor. Hikâye bir sınıf farklılığı ve mücadelesi anlatmıyor ama akademisyenler ve aristokratlar üzerinden bir “üst sınıf” eleştirisi yaptığını söylemek mümkün. Örneğin Oxford’un dört akademisyenin tüm ciddi sessizlikleri içinde gazetelerini okuduğu bölümde içlerinden biri bir haberden sinsi bir gülümseme ile haberdar ediyor diğerlerini ve onlar da aynı müstehzi ifadelerle tepki veriyorlar: “ Colenso Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre öğrencilerin %70’i akşamları cinsel ilişki kuruyormuş; %29,9’u öğleden sonra saat 2 ile 4 arasında, %0,1’i ise Aristo üzerine verilen bir ders sırasında”. Hikâyenin bu sınıfların ikiyüzlülüğüne de odaklandığını söyleyebiliriz. Tüm o derin sözler, felsefe konuşmalarının arkasında başta cinsellik olmak üzere tüm “ilkel” içgüdüler kendilerini gösteriyor sürekli olarak. Burada asıl hedef de hikâyenin iki ana karakteri olan profesör üzerinden akademisyenler oluyor; evliliklerinde biri açık, diğeri üzeri örtülü bir mutsuzluk yaşayan iki erkeğin genç kadınla birlikte olmak arzusu yalın bir alaycılıkla dile getiriliyor ve zavallılıkları hikâyenin ana unsurlarından biri oluyor.

Sadece doğrudan gösterdikleri ile değil, ondan da çok dile getirdikleri ve ima ettikleri ile bir “seks hikâyesi” bu. Örneğin tüm bir Pazar günü süren ve gece de devam eden yemek ve piknik bölümünde bakışlar, imalar, beklentiler ve girişimler hep zaman zaman dile de getirilen bir cinsellik duygusu etrafında dönüyor. Oyuncularının da başarısı ile hayli uzun bu bölüm filmin has sinema tadını yaşattığı en parlak anlara sahip ve filmin bugün bir klasik olabilmesinin de nedenlerinden biri. Ağırdan alan, hiç acele etmeyen ve mizansenin üstün başarısı ile bizi hep karakterlerin yanında tutabilmesi ile tüm bu Pazar günü bölümü olağanüstü bir başarının örneği oluyor kesinlikle. Gerry Fisher’ın görüntü yönetmenliğini üstlendiği filmde kameranın birkaç kez bakışları ve bu bakışların hedefi olan objeleri yakalaması, yine farklı zamanlarda kameranın bir karakterin bacaklarının arasından diğerlerini göstermesi, kırklı yaşlarındaki akademisyenlerin vücutlarının fitliliğini konuşmaları veya bir Londra gezisinin planlanlamamış bir cinsel macera ile sonuçlanması da hep cinselliğin dışavurumu kuşkusuz. Filmin en çarpıcı bölümlerinden bir diğeri olan üniversite içindeki nehirde kayıkla yapılan gezi de yine tam bir cinsellik atmosferi içinde geçiyor. Bu sahnede genç erkek öğrencinin (Michael York) elindeki küreğin fallik bir obje gibi algılanacak şekilde kullanılması, profesörün (Dirk Bogarde) genç kadın öğrenciye (Jacqueline Sassard) huzursuz bir ilgi ile bakması ve John Darkwoth’un gitar, saksafon ve arp ile icra edilen ve atmosferi özenle vurgulayan melodileri dışında hâkim olan sessizliğin yarattığı gerilim ile bu bölüm değme erotik filmlere taş çıkartacak bir içeriğe sahip. Sahnenin sonunda karakterlerden birinin suya düşmesi ise düşenin kimliği açısından sembolik bir öneme sahip.

Filmin sade ve imalı anlatımı düşündüldüğünde Dirk Bogarde’ın hikâyenin etrafında döndüğü ana karakter olarak işi zor rolünü gerçek ve ilginç kılabilmek için; ama usta oyuncu nüanslarla dolu performansı ile müthiş bir iş çıkarıyor. Profesörün içindeki arzu, korku, merak ve mutsuzluğu bazen tek bir bakışı ile bazen de vücut dili ile etkileyici bir şekilde ortaya koyuyor oyuncu ve heyecan / korku etkisi ile ortaya çıkan kekemelik sahnesinde (veya karısına yanlışlıkla başka bir kadının adı ile hitap ettiğinde çektiği acı ve telaşı sergilediği sahnede) olduğu gibi güçlü performansı ile göz dolduruyor. Diğer profesörü canlandıran Stanley Baker karakterinin daha dışadönüklüğüne uygun peformansı ile dikkat çekerken; ilk sinema tecrübesini yaşayan Michael York, Bogarde’ın eşini oynayan ve o tarihte Harold Pinter ile evli olan Vivien Merchant ve Bogarde’ın eski eşini canlandıran Delphine Seyrig de filme önemli katkı sağlıyorlar. Üç erkeğin arzularının hedefi olan karakterinde ise Jacqueline Sassard senaryonun yeterince derinleştirmediği karakterinde onların bir parça gerisinde kalıyor.

Seyrig ile Bogarde arasında geçen sahne sinema dili açısından filmin genelinden çok farklı bir yerde duruyor ve Losey’nin o sahnenin ruhuna uygun ayrıksı tercihi yönetmenin ustalığının da bir göstergesi oluyor. Karakterlerin adeta iç sesleri aracılığı ile konuştuğunu görüyoruz bu sahne boyunca. Her iki oyuncunun yüzlerindeki ifadeleri ille de o sırada duyduğumuz diyaloglara uydurma gayretinde olmak yerine, karakterlerinin duygularını yansıtmaları ama bunu da çarpıcı bir ekonomik oyunla sergilemeleri çok doğru bir tercih olmuş ve 1960’ların yenilik peşinde koşan sinemasının örneklerinden biri yaratılmış Godard’ı hatırlatan bu bölümde.

Alçak gönüllü ve Hitchcock’u da çağrıştıran gerilimini adeta ilmek ilmek ören, Antonioni’yi çağrıştıran, sessiz anları çekici bir başarı ile kullanan, kadınlara bir parça ayrımcı bir gözle bakmak (iyiler ve kötüler, anneler ve fahişeler) gibi bir sıkıntısı olan ve hayatlarındaki monotonluğu ve boşluğu ikiyüzlülük dolu arayışlarla kapatmaya çalışan karakterleri çarpıcı bir kurgu ile bir araya getiren senaryosu ile dikkat çeken film kesinlikle görülmesi gereken bir klasik. Kapanışta açılıştaki ev görüntüsüne ve kaza sesine geri dönen film bu ince buluşla hoş bir belirsizlik de yaratıyor ve hikâyeye hak ettiği bir soru işareti daha kazandırıyor.

(“Kaza Gecesi”)

(Visited 331 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir