Klama Dayîka Min – Erol Mintaş (2014)

“Herkes yerine yurduna döndü. Köylerine döndüler. Ben de gideceğim. Bu dört duvar arasında ölmek istemiyorum”

Zorunlu göçle geldikleri İstanbul’daki evlerinden de kentsel dönüşüm nedeni ile ayrılmak zorunda kalan bir öğretmenin ve son taşınma ile komşularını da yitiren ve artık var olmadığını kabul etmediği köyüne dönmek isteyen annesinin hikâyesi.

Erol Mintaş’ın yazdığı ve yönettiği, Türkiye – Fransa – Almanya ortak yapımcı olarak çekilen bir film. Yönetmenin ilk ve şimdilik son uzun metrajlı filmi olan çalışma Antalya’da En İyi İlk Film ödülünü alırken, Saraybosna’da da En İyi Film seçildi, kazandığı ve aday olduğu başka ödüllerle birlikte. Kürt sorununu, özellikle büyük şehirlerde toplumsal yaşamı kökünden ve hemen tamamen de olumsuz yönde değiştiren kentsel dönüşümün sonuçları ile birlikte ele alan film bu iki sorun yüzünden iki kez evini terk etmek zorunda kalan bir kadının trajedisi ve oğlunun çaresizliğine odaklanıyor temel olarak. Mintaş düşük bir bütçe ile çekmek zorunda kaldığı filmde oldukça alçak gönüllü bir sinema dili ile adeta “sessiz çığlık” denecek bir yolla anlatmış dert edindiği konuları. Başroldeki Feyyaz Duman’ın sadeliği ve gücü etkileyici bir şekilde bir araya getiren performansı ve anneyi oynayan, 2018’de hayatını kaybeden Zübeyde Ronahi’nin bir belgeselde hayatına kameranın tanıklık etmesine izin vermişçesine gerçekçi olabilen oyunculuğunun değer kattığı film zaman zaman iki büyük konuyu birden ele almasının ve yan hikâyede yaşananların gereksiz öne çıkmasının sıkıntısını yaşasa da kesinlikle başarılı ve önemli bir yapıt.

Anne rolündeki Zübeyde Ronahi Kürt gazeteci ve yazar Fehim Işık’ın annesiydi. Saraybosna’daki gösterime katılan Rohani daha sonra verdiği bir röportajda şunları söylemiş: “Festivalde ben hep kendimi Kürt olarak tanıttım. Festivalde de bana Türk diyorlardı. İngilizce bilmiyorum ama Türk kelimesinin geçtiği her cümleyi kesip, ben Kürdüm diyordum. Sırf film için ve Kürtlerin isimleri duyulsun diye notere gidip, Işık olan soyadımı Ronahi yaptım. Festivale beyaz yazmamla gittim”. Onun kendi kimliği ile de belirttiği gibi, her şeyden önce bir “Kürt filmi” bu. 1992’de Doğubayazıt’ta açılan filmin, köylerini zorunlu olarak terk ederek, İstanbul’da Tarlabaşı’nda hayata tutunmaya çalışan ve bölge AKP’nin mutenalaştırma projeleri kapsamına alınınca burayı da terk ederek, Esenyurt’un devasa ve çirkin binalarından birinde bir dairede sıkışıp kalan iki karakteri de Kürt. Onları İstanbul’a getiren “Kürt sorunu”, İstanbul’da ikinci kez göç etmek zorunda bırakan ise neo-liberalizm politikalarının baş araçlarından biri olan mutenalaştırma (İngilizce adı ile “gentrification”). Her iki konu da kendi başlarına çok önemli ve filmin ikisini birden ele alması senaryoya zaman zaman fazla yük binmesine neden oluyor ama Mintaş’ın sade anlatımı vurgudan özenle ve zarif bir şekilde kaçındığı için, sıkıntı asıl yan hikâyede ortaya çıkıyor. Ali adındaki genç adamı daha iyi tanımak için gerekli olan yan karakterler veya onlarla ilişkileri değil problem yaratan; onun özel hayatında karşılaştığı bir durum nedeni ile yaşadığı tereddüt gereksiz bir biçimde araya giriyor ve filme bir şey katar gibi görünmeyen bir “arada kalma” hâli hikâyenin odağını bozuyor. Açıkçası filmin anılmaya değen tek sıkıntısı bu ve Mintaş senaryosundan sinema diline ve oyunculuklardan meseleleri ele alışına yalın bir dürüstlük örneği olarak gösterebileceğimiz bir film çekmeyi başarmış.

1992’de Doğubayazıt’ta bir köy okulunun, tahtada “Ders: Türkçe” yazan bir sınıfında açılıyor film. Öğretmen de öğrenciler de Kürtçe konuşmaktadır ve öğretmen film boyunca birkaç kez karşımıza çıkacak olan bir masalı karakterlerini eğlenceli bir dille canlandırarak anlatmaktadır. Antik Yunan döneminin masalcısı Ezop’un kendini beğenmeyen ve tavus kuşu olmaya özenen masalıdır anlatılan ve filmin hikâyesi için de çok önemli bir alegoridir bu. Masal kendisi olmaktan utanıp, başkalarına özenenleri eleştirirken, film işte tam da bunu yapmak zorunda bırakılanları getiriyor karşımıza ve trajedilerine tanıklık etmemizi sağlıyor. Masalı anlatan öğretmen hızla okulun önüne gelen arabanın içinden çıkan silahlı kişiler tarafından çocukların çığlıkları altında kaçırılıyor ve muhtemelen 90’ların “faili meçhul” cinayetlerinden birinin kurbanı oluyor. Mintaş hayli uzaktan yapılan bir çekimle gösteriyor bu kaçırmayı; filmin genelindeki, vurgudan uzak durma tercihinin bir örneği olarak görülmesi gereken bu sahnenin sonunda birkaç öğrencinin okulun önündeki direkte dalgalanan bayrağı yarıya indirmeleri -yeterince dikkatli seyretmeyen bir seyirci kaçırabilir bunu- filmin tüm zarafeti içinde oldukça sert bir eleştiri yapılmasını sağlıyor. Buradan 2013’e ve İstanbul’a geçiyor film ve Tarlabaşı’ndaki evlerini kentsel dönüşüm nedeni ile terk etmek zorunda kalan bir öğretmen ve annesini tanıyoruz. Genç adam için çok önemi yoktur bunun ama göç etmek zorunda bırakıldığı köyünü ve oradaki yaşamını özleyen annesi için şimdi İstanbul’daki komşularını da kaybetmek zorunda kalacağı bu ikinci göç ağır bir darbedir. Mintaş genç adamın, annesini mutlu etme (kimsenin adını duymadığı bir dengbejin kasetini arar İstanbul’da her yerde) ve artık köye dönmesinin mümkün olmadığına ikna etme çabalarındaki çaresizliği üzerinden ilerliyor bundan sonra ve gerçekçi bir sonla bitiriyor hikayesini.

Bugün hikâyesinin içeriğindeki Kürt sorunu açısından çekilmesi zor, bu ve kentsel dönüşüm konuları açısından ise devlet desteği alması güç bir film bu. Ülkenin süratle hangi vaat edilenden hangi gerçeğe kaydığının acı bir göstergesi bu kuşkusuz. Finalinde başladığı yere dönen film bu acılığın üzerine gitmeyerek ve oradan politik bir destek almaya soyunmayarak doğru bir iş yapıyor; çünkü annenin ızdırabı yeterince güçlü bir politik çığlık zaten. Burada eleştiriye açık tek konu aynı masalı Kürt öğrencilere anlatan Kürt öğretmenin ve onu dinleyen Kürt öğrencilerin coşkulu eğlencenin karşısına, bu masal bir başka Kürt öğretmen tarafından İstanbul’da bir okuldaki öğrencilere anlatıldığındaki soğuk havanın çıkarılması. Bu fark öğretmenden mi kaynaklanıyor yoksa İstanbul’daki öğrencilerin hayatında kendisi gibi olmaktan korkmak ve başkalarına benzeme telaşı olmaması mı doğuruyor bunu, anlaşılmıyor. Aslında her iki olası açıklama da filmin bir başka sıkıntısı ile örtüşüyor: Kentsel dönüşümün anılarından ve komşularından ettiği insanların etnik kimliği mi ağır basıyor bu durumlarında yoksa bu bir sınıf ve bir yoksulluk problemi mi? Yanıt, elbette ikincisi ve senaryonun her biri önemli konuları birlikte anlatmaya soyunmasının beklenen sonucu olsa gerek bu problem. Öykü kitabı olan ve bir yenisini yazan öğretmenin kız arkadaşı ile olan ilişkisinde ortaya çıkan sorun da benzer bir sıkıntı yaratıyor hikâyede ve sadece asıl trajedinin gücünün azalmasına yol açıyor. Oysa öyküye bir skype görüşmesi üzerinden giren ve Fransa’da bir siyasî kaçak olarak yaşamak zorunda kalan kardeş ile yapılan görüşmeler, Mintaş’ın hikâyesine bir yan karakteri nasıl başarı ile yerleştirebildiğinin parlak bir örneği olarak hayli başarılı ve asıl hikâyeyi de besleyen bir unsur olarak dikkat çekiyor.

Görüntü yönetmeni George Chiper ve Mintaş’ın kadrajları oldukça başarılı ve anne ile oğulun yerleşmek zorunda kaldığı apartmanın bir örneği olduğu beton yığınlarını ve İstanbul’un süratle kimliğini yitirip bir beton yığınına dönüşmesini altını çizmeden hemen karede ustaca sergiliyor. Köklerinden koparılan insanların içine atıldıkları yalnızlığın korkunçluğunu anne karakteri ve bu izolasyonu yaratan binalar üzerinden güçlü ve dokunaklı bir şekilde anlatabiliyor bize film böylece. Amatör oyuncuların hikâyenin gerçekçiliğini aksatmayacak bir şekilde yönetilebilmiş olmasını da Mintaş’ın hanesine bir artı puan olarak ekleyebileceğimiz filmin müziklerini hazırlayan Başar Ünder’in çalışması da hayli değerli. Müzisyenin etnik tuzaklara düşmeden, hikâyenin atmosferine ve yaşandığı büyük şehirin soğuk yalnızlık duygusuna yakışan notaları kesinlikle hem çekici hem doğru olmuş.

Sadeliği içinde ağıt dolu bir şiir yaratabilen ve seyircisini bu şiire yakın hissettiren, didaktik olmaktan başarı ile kaçabilen bu çalışma daha sonra -ve henüz- bir film çek(e)meyen Mintaş’ın saf bir sinema duygusunun sahibi olduğunu gösteren ve sinemamızın son döneminin görülmesi gerekli yapıtlarından biri şüphesiz. Son bir not olarak;bu filmin yönetmenin önceki iki kısa filmi (2008 tarihli “Butimar” ve 2010 yapımı “Berf” (Kar)) ile birlikte bir anne – oğul üçlemesi oluşturduğunu da ekleyelim.

(“Annemin Şarkısı” – “Song of My Mother”)

(Visited 162 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir