“Çalışmayıp, yürüyüşe geçeceğiz”
Mevsimlik pamuk işçisi olarak çalışmak üzere Güneydoğu’dan Adana’ya gelen bir adamın yoksulluk, ağa baskısı ve kan davası nedeni ile ödemek zorunda olduğu paranın yükü altında kalmasının hikâyesi.
1975’te Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Film, Senaryo, Yönetmen, Erkek Oyuncu ve Görüntü Yönetmeni dallarında ödül alan bir Türkiye yapımı. Afiş ve jeneriğinde Yılmaz Güney’in adı verilse de, senaryonun aslında -jenerikte adı “senaryo yardımcısı” olarak geçen- Ali Özgentürk tarafından yazıldığı söylenen filmin yönetmenliğini Şerif Gören yapmış. Filmin Özgentürk ve Gören’in senarist ve yönetmenliğine rağmen bugün pek çok kişi tarafından bir Güney filmi olarak bilinmesinde sanatçının sinema gücünün yanında, işte biraz da onun bu gücünden yararlanmak kaygısı ile, tanıtımlarda onun isminin öne sürülmesinin önemli bir payı var kuşkusuz. Yoksul bir tarım işçisinin, yaşadığı ülkenin ve dönemin gerçeklerinin altında ezilip kalmasını “halk sineması” olarak adlandırabileceğimiz bir dil ile anlatan film, belgeselden trajediye değişen farklı yaklaşımları bir araya getirmeyi başaran, politik olmaktan kaçınmak bir yana onu asıl amaç edinen ve sanatçının / sanatçıların yarattıkları esere inandıkları ve ruhlarını kattıklarında ortaya çıkan sonucun yaratıcı ve etkileyici olmasının kaçınılmazlığını gösteren güçlü bir çalışma. Kimi eksiklikleri olsa da, sinemamızın yüz akı örneklerinden biri bu yapıt.
Yeni Sinema Dergisi’nin düzenlediği ve 1970 – 1980 arasını kapsayan ankette en iyi 8. yerli film seçilen “Endişe”, VideoSinema Dergisi’nin 1975 – 1984 arasını kapsayan ve sinema yazarlarının katıldığı ankette yine 8. gelmiş. Film 1975’te Yılmaz Güney’in Altın Portakal’a ismi ile tam anlamı ile dalga vurmasının da nedenlerinden biri olmuştu. İlk üçte sırası ile “Endişe”, “Arkadaş” (Yılmaz Güney) ve “Zavallılar” (Güney ve Atıf Yılmaz) yer alırken, “Endişe” Erkek Oyuncu (Erkan Yücel), Yönetmen, Senaryo ve Görüntü Yönetmeni (Kenan Ormanlar) ödüllerini de kazanmıştı. Güney’in sinemacı ve politik bir isim olarak halk tarafından çok beğenildiği yıllardı 1970’ler ve o da sinema sevgisini, yeteneğini ve politik duruşunu oldukça ideal bir şekilde bir araya getiren yapıtlarla halkın sevgisine tam bir sanatçı karşılığı vermeyi başarmıştı. İşte tam da onun bu üstün “karizması”, bazı eserlerinin özellikle yönetmenlik ve senaryo çalışmalarının asıl sahibi ya da sahiplerinin kim olduğu konusunda bugüne kadar süren tartışmaları, iddiaları ve efsaneleri de (Cannes’da Altın Palmiye alan “Yol”u Güney hapiste olduğu için Şerif Gören yönetmişti ama Güney’in hapishanenin penceresinden attığı talimatlarla onu yönlendirdiği hikâyeleri gibi) beraberinde getirdi. “Endişe” özelinde bakarsak, bu karmaşayı daha iyi anlatabiliriz: Yönetmen olarak jenerikte ve afişte Güney’in adı geçiyor, Altın Portakal’ın resmî sitesinde yönetmenlik ödülünün sahibi olarak Gören’in adı var ama aynı sayfada filmin isminin yanında parantez içinde yönetmen olarak Güney’in de adı yazılmış). Güney Filmcilik’in (Yılmaz Güney’in kurduğu yapımcılık şirketi) resmî sayfasında ise yönetmen olarak iki isme de yer veriliyor. Senaryonun sahipliği konusunda da benzer bir karmaşa görüyoruz. Afişte Güney’in adı yer alırken, jenerikte de onun adı var; Ali Özgentürk ise “Senaryo Yardımcısı”olarak yazılmış. Festivalin ve Güney Filmcilik’in sayfalarına göre de senaryoyu yazan Yılmaz Güney. Ali Özgentürk ise yönetmenliği Şerif Gören’in yaptığını, senaryoyu tıpkı “Sürü” filminde olduğu gibi kendisinin yazdığı söylüyor net bir şekilde. Çekimler sırasında Adana’da işlediği cinayet nedeni ile hapse giren Güney’in adının öne çıkarılmasının nedeninin dağıtımcıların ısrarı olduğunu belirten Özgentürk şöyle demiş Habertürk’e: “Filmin senaryosunu yazabilmek için 3 ay boyunca pamuk işçiliği yaptım. Zihnimdeki hikâyeyi gözlemlerimle besleyip 3. ayın sonunda senaryoyu tamamladım. Filmi aslında Yılmaz Güney yönetecekti ama cinayetten dolayı hapse girince yönetmenliği Gören üstlendi. Dağıtımcılar, afişte Yılmaz Güney’in adının olmasıyla filmin daha fazla ilgi göreceğini söyleyince yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Hem filmin selâmeti hem de zor durumdaki bir arkadaşa yardım söz konusuydu”. Anlaşılan Güney’in hikâyeye katkısı asıl olarak fikri yaratmak ve temel akışı oluşturmakla sınırlı kalmış ama senaryoyu, bir metin olarak düşünürsek, yazan Özgentürk olmuş.
Arşiv ve tarihsel gerçekler açısında önemli olan tüm bu tartışmalar aslında çok önemli bir durumun da kanıtı: Güney’in sanatçı olarak gücünün ve etki alanının ne kadar baskın olduğunu anlıyoruz bu karmaşık durumdan. Güney’in o fikri ve yönlendirmeleri olmasa senaryo ve yönetmenlik çalışmaları en azından daha farklı (daha iyi ya da daha kötü anlamında değil) bir boyut ve içerik kazanırdı; oysa işte “Endişe” örneğinde olduğu gibi her karesinde Güney’in varlığını hissedeceğiniz bir yapıt çıkmasını sağlıyor onun gücü. Sanatçının ele aldığı hikâyeye, karakterlere, mekânlara, döneme ve toplumsal koşullara hâkimliğinin izlerini taşıyor bu film de ve hikâyesini politik bir çerçevede, inanarak ve severek anlatmasının doğal başarısını yakalıyor. Bir halk sineması naifliği ve filmin özellikle ilk yarısında daha da belirgin olan belgeselci yaklaşımı Güney’in diğer yapıtlarında olduğu gibi “Endişe”de de halk için ve halkı anlatan bir sanat eserinin doğmasını sağlıyor.
Filmde Engin Karabağ ile birlikte yardımcı yönetmen olarak görev alan Ömer Vargı’nın çektiği siyah-beyaz fotoğraflar kullanılmış jenerikte. Mevsimlik işçilerin çocukları, yüzlerinde uçuşan sinekler ve yaralarla; hüzünlü, şaşkın ve ağlamaklı bakışlarla gösteren bu fotoğraflar jenerik bitiminde tek başına canhıraş bir şekilde ağlayan bir çocuğun renkli görüntüsüne bağlanıyor ve hikâye başlıyor. Yoksulluğu ve geri kalmışlığı her hâlinden belli olan bir köydeki evin penceresinden üç erkek dışarıdaki bu çocuğa bakıyor ama kıprdamıyorlar yerlerinden; çünkü onlar kan davalı oldukları bir adamın, hikâyenin kahramanı olan Cevher’in peşindedirler ve canını ya da onun yerine geçecek kan parasını istedikleri o adam çocuğu kurban olarak göndermiştir onlara ama amacına ulaşamayacaktır Cevher. Buradan Adana’nın pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak çalışmak üzere kamyonların arkasında tıka basa yolculuk edenlerin görüntüsüne geçiyoruz. Cevher de ailesi ile onların arasındadır ve araç plakalarından ve konuşmalardan bu işçilerin Gaziantep, Urfa ve Hatay’dan oralara gittiklerini anlıyoruz. Bu açılış sahnelerinde çok az diyalog kullanan ve 1970’lerin politik filmlerinde sıkça gördüğümüz gibi kameranın halkın yüzlerini uzun uzun görüntülediği film pamuk tarlalarına giden yol boyunca hiç sözünü etmeden, sadece görüntülerle bize Adana’nın sahibinin kim olduğunu gösteriyor: Sabancı Ailesi. BOSSA, SASA, PİLSA, MARSA VE YAĞSA fabrikaları tabelaları ve tüm heybetleri ile yolculuğun ayrılmaz görüntüsünü oluştururken, işçilerin yoksulluğu ile patronların / ağaların zenginliğinin bir aradalığının ve adeta birbirlerinin nedeni olduğunun da altını çiziyorlar. Adana şehir tabelasında şehrin adındaki “Na” hecesinin üzerinin karalanarak, “Sa” ile değiştirilmiş olması ise -gerçek midir, yoksa film için mi yapılmıştır bilmiyorum ama- bu vurgunun esprili ve kuvvetli bir örneğini oluşturuyor.
Karakterleri yavaş yavaş tanıdığımız ilk bölümlerde Gören / Güney sık sık bir belgeselci tutumu takınıyorlar. Çadır demeye bin şahit isteyen “şey”lerin kurulması, kadın ve çocukların günlük hayatları, erkeklerin arka planda hep açık olan radyodan gelen haberler eşliğinde sohbetleri vs. mevsimlik işçilerin bugün belki görünürde değişmiş ama içerik olarak aynen devam eden hayatlarının içine sokuyor bizi. Bu sahnelerde filmin, hikâyesini anlattığı insanların yanında durduğunu ama onları abartılı “halkçılık” övgüleri ile süslemek yerine, oldukları gibi anlatmaya çalıştığını görüyorsunuz ki bu da elbette ayrı bir değer. Hükümetin pamuk fiyatlarını açıklamasını merak ve endişe içinde bekleyen işçileri direnişe götüren sürecin gelişimi de oldukça inandırıcı bir şekilde hikâye edilmiş. Cevher’in bireysel endişesinin, parçası olduğu grubun endişeleri ile de örtüşmesi ama onun farklı seçimler yapmak zorunda kalmasını da tüm boyutları ile hissettiriyor senaryo ve onu da -en azından- anlamaya çalışmaya tevik ediyor seyirciyi. İşçilerin çadır kurduğu yere gelen “seyyar sinemacı”, karakterlerden birinin çalışmayı hayal ettiği fabrikanın mekân ve kavram olarak varlığının hissettirilmesi, kadının meta olarak değerinin olayların göbeğinde olması ve, o dönemde ve o bölgede yaşanan hayatın yoksulluktan sömürü düzenine, kan davasından başlık parasına uzanan farklı baskı ve eziyet kaynakları ile örülü olması da bir “Yılmaz Güney filmi”nden beklenmesi gerektiği gibi tüm etkileyicilikleri ile bu gerçekçi hikâyenin parçası olmuşlar.
Sinemamızın ve genel olarak sanat dünyamızın çok erken kaybettiği bir isim olan Erkan Yücel’in Antalya’daki ödülünü gerçekten hak ettiğini gösteren ve ustalıklı bir yalınlıkla süslü performansının dikkat çektiği filmde Kamran Usluer’in yardımcı oyunculuğu da oldukça başarılı. Filmin bu ve diğer birkaç profesyonel oyuncuyu çoğunluğu ilk ve son sinema deneyimlerini yaşayan amatör isimlerle uyumlu bir şekilde kullanabilmiş olmasını da eklemek gerekiyor çekici yanlarına; çünkü sinemamızın en iyi niyetli denemelerinde bile çoğunlukla aksayan bir başlıktır amatör oyuncular ve burada bir iki ufak problem dışında iyi bir iş çıkarıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte tüm bu oyuncular bir halkın, özellikle de Cevher karakterinde yoğunlaşan endişelerini elle tutulur hâle getirerek, filmin adınının hakkını veriyorlar. “Kışını, kanını ve borcunu” kurtarmak gibi güç bir işi olan Cevher’in “endişe”sini seyircinin karşısına dev bir boyutta koyabiliyor böylece Gören ve Güney ikilisi.
Tarımdaki makineleşmenin ek bir endişe kaynağı olarak işçilerin karşısına çıkmasının arada kaynamış göründüğü filmin Şanar Yurdatapan ve Attila Özdemiroğlu imzalı müzikleri ise hikâyeye yerel motiflerle süslü melodileri ile renk katıyor ama Batılı havalara saptığında sanki o karakterlere ve öyküye yakışmıyor gibi duruyor. Bu ikilinin aynı yıl bir başka Yılmaz Güney filmi olan “Arkadaş” ile Antalya’da ödül almasını ilginç bir not olarak hatırlatabileceğimiz filmin Kenan Ormanlar imzalı görüntüleri ise çerçevelemeleri ve ne zaman hareketli ne zaman sabit kalacağı kararlarının ustaca verilmiş olması sayesinde filmin en önemli artılarından biri kesinlikle. Tüm bir final sahnesinin bir yandan hikâyenin mesajını çok iyi özetleyen içeriği, bir yandan da kurgusu ve biçimselliği ile çarpıcı güzelliğinde bu çalışmanın önemli bir payı var.
Şehirdeki fabrikada çalışma hayali kuran karaktere, pamuk tarlalarındaki düzen kast edilerek sorulan, “Orada işler farklı mı?” sorusu üzerinden sömürü düzeninin şehir ve köy dinlemediğini, çözümün dayanışma ve birlikte hareket etmede (sendikalaşma, grev, sınıf bilincine kavuşma) olduğunu hatırlatan ve bugün de fazlası ile anlatılma ihtiyacı bulunan ama popüler sinemamızın hiç yüz vermediği ülke gerçeklerini çekincesizce dile getiren bir film bu. Yılmaz Güney’in açılış sahnesinde kamyondaki işçilerden biri olarak karşımıza çıktığı ama işlediği cinayetten sonra yerini Erkan Yücel’in aldığı söylenen yapıtta Güney’in seyyar sinemacının sinema kutusundaki filmlerde de “Yılmaz Güney” olarak karşımıza çıktığını ve bu göndermenin kesinlikle doğal (sanatçının Çokurova’da o dönemdeki popülaritesini hatırlayalım) ve hoş bir oyun olduğunu da söyleyelim.
Feodalizmin sömürüsünün yerini yavaş yavaş kapitalizminkine bıraktığı bir dönemde toplumsal ve bireysel (ya da en azından öyle görünen) olanların iç içe geçtiğini anlatan ve her sorunun bir sınıf boyutu olduğunu -bir kez daha- hatırlatan filmde ağa rolünde karşımıza çıkan Mehmet Eken Çukurova yöresindeki çiftlik sahiplerinden biri ve Güney’in de yakın arkadaşıymış. Toplam iki filmden oluşan oyunculuk kariyerindeki diğer yapıt da yine bir Yılmaz Güney filmi “Umut” olan Eken çekimler sırasında epey yardımcı da olmuş film ekibine ve kendi sınıfını eleştiren bir yapıtın yaratılmasına destek vermiş. Filmle ilgili bir başka not da Erkan Yücel’in kazandığı Altın Portakal’ı DİSK bünyesindeki Toprak-İş Sendikası’na “Ben sizden ilham aldım, sizler bana öğrettiniz; bu ödül işçilerin, köylülerin hakkıdır” sözleri ile vermiş olması. Güney’in, çekimleri Türkiye’de gerçekleştirilen bir filmdeki son görüntüsüne de (açılışta kamyon arkasındaki işçilerden biri ve Erkan Yücel’e devretmek zorunda kaldığı Cevher rolünde) sahip olan film sinemamızın görülmesi gerekli özgün, dürüst ve önemli örneklerinden biri kuşkusuz.