“Sen benim yediğim haltları yemeyeceksin, evlat. Gözlerine bakınca anlıyorum… bilmiyorum, ailedensin ama farklısın”
Hiçbiri bir baltaya sap olamamış alkol düşkünü babası ve üç amcası ile birlikte, ailenin tek düzenli gelir sahibi ferdi olan babaannesinin evinde yaşayan on üç yaşındaki bir oğlanın, kaçınılmaz görünen “onlar gibi olmak” kaderinden kurtulma çabasının hikâyesi.
Belçikalı yazar Dimitri Verhulst’un aynı adlı ve 2006 tarihli yarı-otobiyografik romanından uyarlanan senaryosunu Felix Van Groeningen ve Christophe Dirickx’in yazdığı, yönetmenliğini Felix Van Groeningen’in yaptığı bir Belçika filmi. Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterildiği Cannes’da C.I.C.A.E. (Uluslararası Sanat Sinemaları Konfederasyonu) Ödülü’nü ve İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’yi kazanan yapıt sinemanın en sefil ve sefih karakterlerinden olan 4 erkek kardeşin yaşlı annelerinin emekli maaşının tek düzenli geliri olduğu bir evdeki alkol, kadın düşkünlüğü ve serserilik dolu yaşamlarının ortasında büyümeye çalışan bir oğlanı anlatıyor. Verhulst’un kendi zorlu çocukluğundan yola çıkan romanından uyarlanan film zaman zaman onun günümüzdeki yazar olma çabalarının ve zor yaşamının araya girdiği ama temel olarak eğlencesi bol sefil çocukluk günlerinin öyküsü olan bir senaryoya sahip. Bir çocuğun en olmaması gereken bir ortamdaki yaşamının trajik, zor ve yanlış yönlerinin korkunçluğu ile o hayatın eğlencesi arasında gidip gelen ve bu nedenle zaman zaman odağına karar verememiş görünen yapıt; güçlü ve gerçekçi oyunculukları, hikâyeye çok uygun düşen sinema dili ve kamera kullanımı ve seyirciyi hiç rahat bırakmayan kurgusu ve temposu ile ilgiyi hak eden bir çalışma.
Tüm denemeleri yayın evleri tarafından ret edilen ama yetenekli olduğuna inandığı yazma işine ısrarla devam eden Gunther’in (yetişkinliğini Valentijn Dhaenens’in canlandırdığı karakterin çocukluğunu Kenneth Vanbaeden oynamış) görüntüleri ile açılıyor film. Hikâyenin günümüz ve geçmiş bölümlerinde zaman zaman anlatıcı olarak sesini duyduğumuz Gunther daktiloda bu filme kaynaklık eden romanını yazmaya başlıyor. Zaman zaman siyah-beyaza dönen ama renkli / renksiz tercihinin özel bir anlamış varmış gibi görünmeyen filmin kahramanı; babası, üç amcası ve büyükannesi ile geçen günlerini “Garip bir ortamda büyüdüm” cümlesi ile tanımlayarak başlıyor romanına. Gerçekten de garip, çok garip günler bunlar; Belçika’nın Felemenkçe konuşulan Flandre bölgesinde, 1980’lerde geçen (bir sahnede duvarda asılı takvimde 1988 tarihini görüyoruz) bu çocukluğu garip kılan, Gunther’in babası, Celle lakaplı Marcel (Koen De Graeve) ve üç amcasının (Petrol lakaplı Lowie’yi Wouter Hendrickx, Breejen’i Johan Heldenbergh, Koen’i ise Bert Haelvoet oynamış) sefih yaşamlarından kaynaklanıyor. Sürekli alkol tüketen, kadın peşinde koşan ve düzenli işleri olmayan ya da varmış gibi görünmeyen bu dört adamın tüm yükünü anneleri (Gilda De Bal) üstleniyor. Çocuklarını çok seven yaşlı kadın Gunther’e de annelik yapmaktadır bir bakıma; çünkü oğlanın annesi ayrıdır babasından ve çocuğu ile de görüşmemektedir. “On üç yaşındaydım ve onlar gibi olmak kaderimdi” düşüncesi ile yaşıyor oğlan ve o da erken yaşta içmeye başlamıştır amcalarının teşviki ile; hikâyenin ilerleyen aşamalarında göreceğimiz gibi bu alkol problemi adeta ailenin tüm erkeklerinin genlerine yerleşmiştir. Çok uygunsuz bir yaşamdır Gunther’in sürdürdüğü (odasını paylaştığı amcalarından birinin seks hayatına tanık olmaktadır örneğin); film sadece dört yetişkin adamı değil, yaşadıkları kasabanın başka karakterlerini de sefil ve sefih yaşamların içinde göstermesi ile bu uygunsuzluğu ailenin dışına da taşıyor ki açıkçası hikâyenin meselesine çok da uygun olmamış bu seçim.
Amcalardan birinin, arabası ile yanlışlıkla Gunther’in bisikletinin üzerinden geçmesini dört adamın çocuğun hayatını olumsuz bir şekilde etkilediğinin akıllıca seçilmiş bir sembolü olarak kullanan film, aile lanetinin belirlediği kader ile bireysel seçimler arasındaki mücadeleyi de anlatıyor bir bakıma. Gunther’in yazar olarak yeteneği onu ailenin diğer erkeklerinden farklı bir yere koyuyor ama babasının ve amcalarının yaşamlarının tam içinde olan ve tüm o sefahatın tadını kendisi de çıkaran oğlanın seçiminin ne olacağı (ya da olabileceği) hikâyenin önemli meselelerinden biri; senaryonun bunun üzerine bekleneceği kadar güçlü gitmemeyi seçmesi filme hem olumlu hem olumsuz yönde etki etmiş görünüyor ama artıların daha ağır bastığını söylemek mümkün. Ailenin kuruluşu, büyümesi (bir kafenin arkasındaki ayaküstü bir sevişmenin sonucu olarak!) ve aile dinamikleri üzerine de düşündürten film aile bağları ile bireysel özgürlük arasındaki çatışmanın hikâyesini anlatıyor bir bakıma. Bu anlatımın gücünü zedeleyen iki farklı unsur var: Gunther ve ailesinin yaşadığı kasabada gördüğümüz karakterlerden bazılarının ve kasaba yaşamının bazı öğelerinin, en az kahramanlarımız kadar sefih bir niteliğe sahip olmaları ve çocukların istismarı denebilecek bazı durumların komedi havası içinde karşımıza getirilmeleri. Bu unsurların ilki (erkeklerin “bacaklarını traş ederek, kadın kıyafetleri giyerek” katıldıkları ve dozu her bakımdan kaçan eğlenceler, erkeklerin katıldığı çıplak bisiklet yarışları, “kim daha çok içebilir” yarışmaları vs.) ailenin durumunu özel olmaktan çıkarıyor ki bu da Gunther’in hayatındaki dram ve trajedilerin önemini azaltıyor bir parça; ikincisi de yine Gunther’in yaşamını hafifletiyor bu kez mizah nedeni ile.
“Hayat eskisi gibi devam ediyordu. Zaten zor olan da buydu” diyor anlatıcı olarak Gunther bir sahnede. Bu rutini kırma yolundaki çabanın oğlandan ve babaannesinden geldiği filmde hikâyeye kızı ile birlikte bir süreliğine girip çıkan hala karakterinin işlevi yeterince doyurucu görünmüyor. Küçük kızın parçası olduğu rahatsız edici sahneler filmin yukarıda anılan problemini artırıyor sadece. Öyküye uygun bir şekilde dengesiz ve hareketli bir kameranın tempoyu hep yüksek tuttuğu filme kaynak olan romanın yazarı Dimitri Verhulst şiir kitapları da olan bir sanatçı; hikâyeye zaman zaman hâkim olan karanlık havanın bir şiirsel yanının da bulunmasını açıklıyor bu durum. Jeff Neve imzalı orijinal müziğin, hikâyenin çılgın yanlarına çok iyi yakışan orkestra havası ile önemli bir katkı sağladığı film sevginin zarar vermeye engel olmadığını kanıtlayan aile ilişkilerini dürüst bir şekilde sergilemesi ile de önem taşıyor.
Amerikalı eleştirmen Jeanette Catsoulis filmin öyküsü için, “Ken Loach ve Roberto Benigni birlikte bir bara gidip kendilerini tamamen kaybedene kadar içseler ve sabah ellerinde bir senaryo ile çıkıp gelseler, o senaryo işte bunun gibi olurdu” demiş Felix Van Groeningen’in yapıtı için. Ne var ki Loach’un filmleri çok daha gerçekçi boyutları ve sergilenen sefalet manzaralarının nedenini burada olduğu gibi kolayca atlanabilecek bir iki cümle (“Sen eşyalara sahip olamazsın, eşyalar sana sahip olur”, “Bu onun bizi kapitalizmin ayartmalarından korumasının yoluydu”) ile kısıtlamayan derinlikleri sayesinde çok farklı bir yerde duruyorlar. Set ve kostüm tasarımlarının da övgüyü hak ettiği, tüm kadronun karakterlerine mükemmel uyan performanslar sergilediği film -problemleri olsa da- görülmeyi hak eden bir sinema eseri.
(“The Misfortunates” – “Çölde Kutup Ayısı”)