“Hoşuma gitmeyen bir şey varsa, o da Apaçi bölgesinde posta arabası sürücülüğü yapmak”
Apaçilerin sürekli saldırdığı bir bölgede tehlikeli bir yolculuğa çıkan bir posta arabasındaki birbirinden farklı karakterlerin hikâyesi.
Western türündeki roman ve kısa hikâyeleri ile tanınan ABD’li Ernest Haycox’un 1888 – 1957 arasında yayımlanan Colliers’ adlı haftalık dergide 1937’de okuyucu ile buluşan “The Stage to Lordsburg” adlı kısa hikâyesinden uyarlanan ve Ben Hecht’in de katkı sağladığı senaryosunu Dudley Nichols’un yazdığı, yönetmenliğini John Ford’un yaptığı bir ABD filmi. Pek çok eseri sinemaya uyarlanan Haycox’un hikâyesinin bu görsel karşılığı, yedinci sanatın ilk ustalarından Ford’un elinde western türünün klasiklerinden birine dönüşen bir çalışma oldu ve Amerikan yerlilerine yönelik bazı Hollywood klişelerine sahip olsa da, içeriğinin başka unsurlarının sağladığı liberal bakış ile takdir topladı. Klasik Amerikan sinemasının “öykü anlatma” becerisinin parlak örneklerinden biri olan yapıt, o tarihe kadar pek çok filmde yer almasına rağmen, Hollywood’da hedeflediği yere henüz ulaşamamış John Wayne’i nihayet yıldız yapan film olması ile de biliniyor. Apaçi saldırısını izlediğimiz aksiyon bölümü, yolcuların aralarındaki ilişkinin ve gittikçe artan gerilimin iyi işlenmesi ve, pek çok usta yönetmenin takdir etmesi ve ilham almasının da gösterdiği gibi başarılı sinema dili ile tam bir klasik western.
Türünü dönüştürdüğü kabul edilen ve 40 defa izlediğini söyleyen Orson Welles’in “film çekme eğitiminde kullanılabilecek bir ders kitabı” olarak tanımladığı yapıt için Peter Bogdanovich “Yetişkinler için çekilmiş ilk western” ifadesini kullanmış beğenisini anlatırken. Bu ifadenin temel nedeni, sessiz sinema döneminden başlayarak Amerikan sinemasında hep popüler olmuş ama hikâyeleri genellikle “iyi kovboy kötü kovboya karşı” veya “uygar beyazlar vahşi yerlilere karşı” ile sınırlı olan western türünü, karakterlerin psikolojilerini de öne çıkaran ve bazı sosyal meseleleri de ele alan bir öykü ile seyircinin karşısına çıkarmasıydı filmin. 1966’da Gordon Douglas’ın sinema için yeni bir senaryo ve aynı isimle tekrar sinemaya taşıdığı Ernest Haycox hikâyesi, 1986’da Ted Post tarafından yine aynı isimle ve bu kez televizyon için çıkmış seyircinin karşısına; bu ilgide John Ford’un filminin gücü kadar, öykünün bu boyutlarının da payı oldu muhtemelen. Ford’un bu hikâyeyi görselleştirirken Fransız yazar Guy de Maupassant’ın 1880 tarihli ve Rouen şehrini işgal eden Prusya ordusundan bir atlı araba ile kaçan bir grup Fransız’ı anlatan “Boule de Suif” (Bizde bilinen isimleri ile; “Yağ Tulumu”, Tombalak” veya “Toparlak”) adlı öyküsünden de yararlandığı veya Haycox’un bu öyküden ilham aldığı öne sürülmüşse de, bu iddiaları destekleyecek bir kaynak olmadığını da belirtelim.
Yapımcının itirazına rağmen John Wayne’e hikâyenin ana karakterlerinden birini oynatarak onun yıldız olmasına giden yolu açan Ford 1940’ların ortasına kadar Hollywood’un “ilerici” isimlerinden biriydi ve ABD’deki komünist avının hedeflerinden biri olan Joseph L. Mankiewicz’i en şiddetli savunanların arasındaydı. Ne var ki daha sonra muhafazakâr Cumhuriyetçilere yaklaşan ve, Nixon ve Reagan gibi ABD’nin sağcı politikacılarını valilik veya başkanlık kampanyalarında desteklemekten Vietnam Savaşı’nı savunmaya kadar uzanan Ford’un, Hollywood’un en sağcı oyuncularından Wayne’e yıldızlığın yolunu açması ilginç bir tesadüf (ya da bilinçli bir seçim) olsa gerek.
Müzik (Richard Hageman, W. Franke Harling, John Leipold ve Leo Shuken) ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Thomas Mitchell) dallarında iki Oscar kazanan film beş dalda ise aday gösterilmişti Amerikan sinemasının en popüler ödülüne: Film, Yönetmen, Sanat Yönetimi (Alexander Toluboff), Siyah-Beyaz Görüntü Yönetmeni (Bert Glennon) ve Kurgu (Otho Lovering ve Dorothy Spencer). Bu ve diğer ödül ve adaylıklarının, gösterime girdiği dönemdeki popülaritesini gösterdiği yapıt önce hikâyenin yaşandığı dönemin atmosferini anlatıyor bize, sonra da posta arabasında kaderleri birleşecek olan yolcuları tek tek tanıtıyor.Geronimo liderliğindeki “kötü” Apaçiler’in beyazlara sürekli saldırdığı ama başka bir kabileden olan “iyi” yerlilerin beyazlarla iş birliği yaptığı bir dönemdeyiz. Amerikalıların stagecoach adını verdiği ve filme ismini de veren atlı posta arabaları kasabalar arasında insan ve para / altın taşımak için kullanılan en önemli ulaşım aracıdır. Hikâye temel olarak işte bu arabalardan birinin gönüllü ve zorunlu yolcularının, sürücüsünün ve yolculardan biri nedeni ile arabaya binen şerifin Apaçi tehdidi altında yaptığı yolculuğu anlatıyor. Sürücü Buck (Andy Devine) Meksikalı eşinin kalabalık ailesine para yetiştirmeye çalışmaktan sürekli şikâyet etmekte ve yolculuğun tehlikelerinden de epey ürkmektedir. İçkiden hiç uzak duramayan Doktor Boone (Thomas Mitchell) bu alışkanlığının yol açtığı parasızlık nedeni ile kirasını ödeyemediğinden, kaldığı evinden kovulduğu için gönüllü olarak; “Salon”da çalışan Dallas (Claire Trevor) ise kasabadaki ahlak bekçisi kadınların şikâyeti yüzünden zorunlu olarak binmişlerdir posta arabasına ve bir başka kasabada yeni bir yaşam kurmak zorundadırlar. Viski satıcısı Peacock (Donald Meek) beş çocuklu bir aile babası olarak tıpkı sürücü gibi, endişelidir yolculuktan ama işi onu bir sonraki kasabaya gitmek zorunda burakmaktadır. Hamile olan Lucy (Louise Platt) ise yolculuğun ilk durağında kendisini bekleyen asker eşinin yanına gitmektedir ama seyahati hiç de kısa sürmeyecektir, düşündüğünün aksine. Stresini fark ettiği kadına destek olmak için yolculuğa katılmaya karar veren kumarbaz Hatfield (John Carradine) ise gizemli bir karakterdir ve Lucy ile aralarında kadının bilmediği bir geçmiş bağlantı da vardır. Arabadaki bir diğer yolcu ise kibirli bankacı Gatewood’dur (Berton Churchill) ve herkesten gizlediği bir planı vardır. Sonradan iki yolcusu daha olacaktır arabanın: Babası ve kardeşini öldürenlerden intikamını almak için hapisten kaçan Ringo Kid (John Wayne) ve dostu olan bu adamı intikamdan vazgeçirmeye çalışan ve hapse geri götürmek isteyen şerif Curley (George Bancroft).
Klasik filmleri bilenlerin aşina olduğu türden görkemli ve öyküye bir epik hava katan senfonik müziğin eşlik ettiği hikâyenin üç kötü karakteri var: Ringo’nun peşine düştüğü Luke (Tom Tyler), bankacı ve beyazlara teslim olmayan tüm yerliler (Burada Apaçiler). Luke pek çok western’de alışık olduğumuz türden bir kötü ve bu bakımdan özel bir durumu yok filmin sinema değeri açısından ama diğer iki “kötü” üzerinde durmak gerekiyor. 1930 ve 40’lı yılların en önemli senaristlerinden biri olan ve aralarında kendisine Oscar getiren, 1935 tarihli “The Informer”ın da (İrlanda’nın bağımsızlık savaşında bir muhbirin hikâyesini anlatan film bizde “Kadın ve Şeytan” gibi saçma bir isimle gösterilmişti) bulunduğu farklı yapıtlarda Ford ile çalışan Dudley Nichols, bankacı karakteri üzerinden açık bir sermaye ve kapitalizm eleştirisi yapıyor. Düsturu “Bankalar için iyi olan, ülke için de iyidir” olan ve “Ülkenin iş adamı bir başkana ihtiyacı var” diyerek gelecekteki Trump’ı haber veren bu adamın bencilliği, diğerlerini hiç önemsememesi ve sadece kendi çıkarları peşinde olması onu, Apaçileri bir kenara koyarsak, öykünün en kötüsü yapıyor kesinlikle. Filme yeni ve eleştirel bir boyut katan bu karakterin doğru saptanan kötücüllüğüne karşın, Nichols’ın senaryosu hemen tüm klasik westernlerde olduğu gibi, ABD’nin ilk sahiplerini ve beyazların dehşetli katliamlarının kurbanları olan yerlileri vahşiler olarak resmediyor. Saldırı sahnesine kadar, tek bir sahne dışında kamera onları hep uzaktaki belli belirsiz, kimliksiz objelere indirgiyor sadece ve öykü iyi / kötü tüm beyazların bu vahşilere karşı direnişine dönüşüyor; o sahne ise vurgulanan özel bir durum olmadığı için filmin geneline de aykırı düşüyor üstelik. Kuşkusuz kesinlikle çok yanlış olan bu durum, dönemin hemen tüm filmlerinde karşılaşılan bir tercihti ve sessiz sinema döneminde çektikleri dahil, Ford’un öykülerinin “normal”i de buydu. Aslında bu anlayışın dışına çıkan filmler elbette vardı ama hem sayıları çok azdı hem de geniş kitlelere ulaşamadılar. Örneğin, 2005’te ortaya çıkan ve 2012’deki restorasyonuna kadar sadece birkaç kez gösterim imkânı bulabilen 1920 tarihli sessiz film “The Daughter of Dawn” (Norbert A. Myles) bu konudaki ilk istisnalardan biriydi. Kadrosunun tamamı yerli oyunculardan oluşan ilk filmlerden biri olan bu yapıt yerliler arasında geçen bir aşk üçgenini anlatama tercihi ile de farklı bir çalışmaydı.
Bankacı karakteri üzerinden ekonomik ve politik bir eleştiri sahibi olan film, doktor karakteri aracılığı ile hem bir hümanist bir profil çizyor hem de onun olduğu pek çok sahnede özellikle diyaloglarda kendisini gösteren küçük mizah anları yaratıyor. Yolculuk boyunca bulduğu her fırsatta viski satıcısının çantasındaki numuneleri tüketen doktor öykünün gerilimli anlarına eylemleri ve konuşmaları ile yumuşaklık katarken, hoşgörü ve dayanışmanın da sembolü oluyor bir bakıma. Senaryo aynısını, ama bu kez mizaha başvurmadan, Dallas adlı bar kadını için de yapıyor. Lucy’nin hep üstten baktığı ve işi nedeni ile aşağıladığı kadını öykünün romantizminin taraflarından biri yapan ve onun fedakârlıklarını öne çıkaran senaryo, bu açıdan da alışılanın dışına çıkıyor. Ringo’nun Dallas’ın haklarını ve herkesle eşit olduğunu sürekli hatırlatması, senaryonun bu konuda özel bir hassasiyet taşıdığını gösteriyor. Romantizmin doğması ve büyümesinin temelde bir aksiyon western’i olan hikâyeye akıllıca eklendiğini de belirtelim bu arada.
Görüntü yönetmeni Bert Glennon ile birlikte iyi bir çalışma çıkarmış John Ford. John Wayne’in ilk kez göründüğü sahnede “bir yıldız doğuyor” havasında ve adeta pazarlarcasına ona zum yapması gereksizliğini bir kenara bırakırsak, kamera hep doğru yerde duruyor ve doğru bir görsel atmosfer yaratıyor. Arabanın nehri geçtiği sahnede kameranın arabanın üzerine yerleştirilmesi, kasabadaki sessiz gerilimin ustalıkla yansıtılması ve başarılı kurgunun daha da güçlendirdiği saldırı sahnesi ve bu sahnedeki çekici takip görüntüleri filme büyük bir keyif katıyor. Arzu edileceği ve gerektiği kadar uzun olmamasına rağmen kesinlikle çok başarılı olan bu saldırı bölümünün, -elbette- gelişlerini borazan sesleri ile “müjdeleyen” askerler ile sona ermesi, vahşilere haddinin bildirilmesini bekleyen beyaz Amerikalıları epey mutlu etmiştir herhalde. Amerikalı senarist ve eleştirmen Frank Nuget’ın sözlerini tekrarlarsak, “Kameranın şarkısını söyleyen bir film” olmayı başarıyor bu Ford filmi.
Senaryonun, saldırı sahnesinden sonra bir romantizm ve bir hesaplaşma hikâyesini iç içe anlatması karakterlerin akıbetlerini göstermek açısından iyi bir seçim olmuş ama bu son bölümlerin “posta arabası”ndan bağımsız görüntüsünün bir parça sorunlu olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Yine de, suçlunun mutlaka cezalandırılması geleneğinin dışına çıkarak, sevgiden yana taraf alan bu bölümleri ve finali takdir etmek de aynı derecede gerekli. Western’lerin stereotip’lerini (sarhoş, kumarbaz, iyi yürekli bar kadını ve iyi (ve kötü) kovboylar vs.) çok da yeni özellikler katmadan kullandığı ve kendisinden önce ve sonra defalarca kullanılan unsurları barındırdığı açık filmin ama Wayne’in karakterinin -onun henüz gerçek bir yıldız olmamasının da sonucu olarak- hikâyede baskın bir şekilde kullanılmaması ve arabadaki herkese neredeyse eşit yaklaşılmasının da gösterdiği gibi, Ford’un filmi onlara birer ruh vererek farklılaşıyor öncekilerden ve sonrakilere de örnek oluyor.
Filmde küçük bir rolü olan Meksikalı şarkıcı ve oyuncu Elvira Ríos’un, gerilimin çok yakında olduğunun henüz farkında olmayan karakterlerin sakin bir gecesinde söylediği şarkının “Al Pensar en Ti” olduğunu belirterek, bu western’i sadece türün meraklılarına değil, klasik sinemanın tadını özleyen her sinemasevere önerelim.
(“Cehennemden Dönüş” – “Cehennem Dönüşü”)