“Güzel bir yer. Burası gibi değil ama güzel. Sadece tek bir dil var, tek bir kanun, tek bir halk. Savaş yok, açlık yok. Güçlüler çaresizleri mağdur etmiyor. Biz çok uygarız; ama sanırım bir şeyi kaybetmişiz. Siz çok daha canlısınız ve çok da farklı. Yemekleri, şarkı söylemeyi ve dans etmeyi özleyeceğim… ve diğer şeyleri”
Muhtemel uzaylılara Dünya’yı tanıtmak için Voyager 2 ile uzaya gönderilen “altın plak”ın ulaştığı bir uygarlığın temsilcisinin, gezegenimize gelerek ölü bir adamın bedenine bürünmesi ile yaşananların hikâyesi.
Senaryosunu Bruce A. Evans ve Raynold Gideon’ın yazdığı (ve Dean Riesner’ın, jenerikte adı geçmese de, bu senaryoya ciddi bir katkı sağladığı), John Carpenter’ın yönettiği bir ABD yapımı. Başrollerinde Jeff Bridges ve Karen Allen’ın yer aldığı ve Bridges’ın performansı ile Carpenter’ın tüm filmografisi içinde Oscar’a aday olan tek yapıt olan çalışma, iki yıl önce Steven Spielberg’in çektiği “E.T.” gibi uzaylılar ve dünyalıların temas etmesi üzerine ve güven, yabancı olana karşı duyulan korku, saf sevgi ve hoşgörü temalarını içeren bir hikâye anlatıyor. Carpenter’a has bir naiflik de içeren ve ilk gösterime çıktığında gişede beklediğini bulamasa da, sonradan değeri teslim edilen yapıt bir Amerikan bilim kurgu filminden beklenmeyecek şekilde az, basit ama doğru efektler içeriyor ve çekiciliğini öyküsü ve ona çok iyi hizmet eden Carpenter’ın sinema dilinden alıyor. Tek sezon sürebilen ve öykünün devamını anlatan bir televizyon dizisine de ilham kaynağı olan yapıt, bilim kurgu boyutu kadar öne çıkan bir “imkânsız aşk” öyküsü anlatmayı seçmesi ile de dikkat çekiyor ve romantizme hafif bir mizah da ekleyerek kendisini ilgi ile izletiyor.
John Carpenter filmini “Bir aşk hikâyesi” olarak tanımlamış ve Frank Capra’nın 1934 tarihli ölümsüz klasiği “It Happened One Night” (Bir Gecede Oldu) ile yan yana koymuş. Capra’nın romantik komedisi düzenbaz bir gazeteci ile şımarık ve zengin bir kızın ilişkisi üzerine kurulu bir öykü anlatıyordu ve iki farklı dünyanın insanlarının bu öyküsü keyifli bir romantik komedi olmayı başarıyordu. Carpenter’ın benzetmesi, onun filminde işte bu farklılıklar, bilim kurgu türünde ama benzer bir romantizm ve daha düşük tonlu bir mizah ile anlatıldığı için pek de yanlış değil açıkçası, bir parça abartı içeriyor olsa da. Gösterime girdiği tarihte pek çok eleştirmenin filmi bir aşk hikâyesi olarak da ele alması onun haklılığını destekliyor kuşkusuz.
Öykü Voyager 2 uzay aracının misyonunu anlatan bir bilgilendirme ile açılıyor. 20 Ağustos 1977’de fırlatılan ve temel misyonu önce “dış gezegenler” olarak adlandırılan Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün’ü, daha sonra da Güneş’in Helyosferi adı verilen bölgenin de ötesini araştırmak olan Voyager 2’de aralarında Türkçenin de yer aldığı 55 farklı dilde “selamlaşma” cümlelerinin ses kaydı, Dünya’dan görüntüler ve gezegenimizin farklı bölgelerinden müzik eserlerini içeren bir “Altın Plak” da bulunuyordu ve amaç uzaydaki “akıllı türler”e Dünya’yı tanıtmak ve buraya davet etmekti. Açılışta The Rolling Stones’un müzik tarihinin klasiklerinden biri olan “(I Can’t Get No) Satisfaction”ı kısaca duyma nedenimiz de bu şarkının o plaktaki eserlerden biri olması gibi görünüyor ama aslında doğru değil bu. Neden plakta gerçekten yer alan bir başka şarkının, örneğin yine bir rock eseri olan Chuck Berry’nin “Johnny B. Goode” isimli şarkısının seçilmediğini anlamak zor ve bu kullanımın yanıltıcılığı girişteki gerçek bilgilerle çeliştiği için rahatsız da ediyor açıkçası. Anlaşılan öykünün ilerleyen bir bölümünde uzaylı adamın ağzından duyduğumuzda ortaya çıkan hoş bir durum için seçilmiş the Rolling Stones şarkısı ama yine de doğru olmamış bu tercih.
Önce Jenny (Karen Allen) ile tanışıyoruz; elinde içki ve sigarası evinde yerde oturmakta ve amatör kamera ile çekilen bir filmi izlemektedir. Filmde o ve gitar çalan bir adam (Scott karakterini Jeff Bridges canlandırıyor) kırlık bir yerde “All I Have To Do is Dream” (the Everly Brothers’ın 1958’de seslendirdiği bir pop klasiği) şarkısını söylemektedirler. Jenny’nin hüzünlü bakışlarından, filmdeki adamın başına bir şey geldiğini anlıyoruz; kısa süre sonra öğreneceğimiz gibi yakın bir zamanda bir kazada hayatını kaybetmiştir Scott. Ardından dünyaya hızla yaklaşan tuhaf bir cismi, havalanan uçakların bu cismi vurmasını ve düşen cismin ormanlık alanda yangına neden olmasını izliyoruz. İşte bu cisim ile dünyaya gelen bir “uzaylı” Jenny’nin evine girecek, bir fotoğraf albümüne yapıştırılmış olan bir anıdan, Scott’ın saç tellerinden yola çıkarak önce bir bebeğe dönüşecek ve kadının gözleri önünde hızla gelişerek Scott’ın bedeni ile çıkacaktır karşımıza. Robotomsu yürüyüş ve Altın Plak’taki selamlama sözleri ile kısıtlı olan dil bilgisi süratle gelişecek olan ve çok hızlı öğrenen uzaylının amacı 3 gün sonra ulaşması gereken “buluşma noktası”na ulaşmaktır (yoksa ölecektir) ve kendisini oraya götürmesi için “kaçırdığı” Jenny ile arasında -bekleneceği gibi- bir ilişki yavaş yavaş başlarken, -yine bekleneceği gibi- uzaylının peşine düşen bir bilim adamı (Charles Martin Smith) ile önyargılı otoriteyi temsil eden Ulusal Güvenlik Dairesi ajanı (Richard Jaeckel) arasında bu yabancıya karşı takınılacak tavır konusunda ciddi bir çatışma doğacaktır.
Carpenter’ın filminin belki de en orijinal yanı “dünyaya düşen” bir uzaylının hikâyesinden güçlü ve dramatik bir öykü çıkarabilmesi ve bunu naif olmaktan da çekinmeyen, sade ve klasik bir dil ile anlatırken belli bir çekicilik yakalayabilmesi. Yanında getirdiği ve her birini bir kez kullanabildiği yedi küçük gümüş kürenin yardımı ile insanüstü şeyler becerebilen uzaylının, çok hızlı ezberleme ve öğrenme yeteneği sayesinde yaptıkları ile öyküsü ilerleyen film temel olarak üç konu üzerine kurulmuş: Jenny ile uzaylı arasındaki ilişki (ve bu ilişkinin akıbeti), bilimsel bakış ile güvenlikçi bakışın çatışması ve uzaylının “buluşma noktası”na ulaşma çabası. Senaryo bu üç konuyu iç içe ve birbirleri ile doğal bir şekilde ilişkilendirerek anlatmayı başarıyor; arada karşımıza çıkan kimi gerçekçilik sıkıntıları ise Carpenter’a has nafilik ve iddiasızlığın yalınlığı içinde pek de rahatsız etmiyor. Jenny’in, karşısına kocasının bedeninde çıkan, daha doğrusu bu bedene dönüştüğünü kendi gözleri ile gördüğü ve kısa bir süre sonra da uzaydan geldiğini anladığı bir adamın yanında olmaya fazlası ile hızlı uyum sağlaması; uzaylının öğrenme sürecindeki bazı tutarsızlıklar (bazı sözcükleri ve kavramları nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde hemen öğrenirken, diğerlerini, örneğin “güzel” sözcüğünü Jenny’in açıklamasını istemesi ve korkuyu bilirken aşkı epey geç öğrenmesi) ve polislerin bir yolu kestiği sahnede, hiç tanımadıkları bir yabancının neden askerleri peşine düşürerek Jenny ve uzaylıya yardım etmeyi kabul ettiği gibi sorunları var senaryonun. Ne var ki filmi sadece bir bilim kurgu olarak değil, aynı zamanda bir romantik komedi (Carpenter’ın “It Happened One Night” benzetmesine de uygun olarak) olarak kabul edersek, bunların pek de önem taşımadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Jeff Bridges ortalama bir romantik komedide pek görmeyeceğimiz türden zor bir rolün üstesinden başarı ile geliyor ve karakterinin bedensel ve zihinsel dönüşümünü çok iyi yansıtırken, hem bir bilim kurgu kahramanı hem de romantik/komik bir erkek olabiliyor ve ortaya keyifli bir performans koyuyor. Onun uzaydan gelen birisi olması, senaryonun “kendinden farklı olan”la dayanışma ve birlikte uyum içinde yaşama mesajını güçlendiriyor ve bu mesajın farklı örneklerinden birini de kahramanlarımızın peşlerindekilerden kaçarken, Latin Amerika kökenli bir ailenin aracına sığınmaları üzerinden veriyor film; hatta Latin kadının yağmurda ıslanan ikiliye verdiği battaniye ile bu mesajın altını da çiziyor.
“Dünyaya daha önce de gelenlerin olduğu” konusunu ortada bırakıyor film ve bu önceki temasların içeriği ve sonucu ile ilgili herhangi bir şey söylemiyor. Üstelik uzaylının dünyaya gelişinin, türünün bizimle ilk temasıymış gibi, “altın plak”la ilişkilendirilmesi bu sorunu daha da belirgin kılıyor. “Büyüyünce öğretmen olacak” cümlesi geleceği görme (ya da gelecekten gelme) durumunu ima etse de, öykünün bu durumu doğrulamayan bölümlere sahip olması sorunu da bir diğer örneği filmin bu alandaki sıkıntısının. Fred Zinnemann’ın 1953 yapımı “From Here to Eternity” (İnsanlar Yaşadıkça) filminde Burt Lancaster ve Deborah Kerr’in “dalgalar içinde yuvarlanma ve öpüşme” sahnesini akıllıca kullanan film bu ve benzeri sorunları aşan, bir bilim kurgu öyküsünün yanı sıra ve belki de asıl olarak bir aşk hikâyesi izlemek isteyenleri de mutlu edecek ve Karen Allen’ın performansının da övgüyü hak ettiği bir çalışma. Mizahı belki çok güçlü değil, öykü tahmin edilebilecek olanın pek dışına çıkmıyor, bazı yan karakterler tek boyutlu oluşturulmuş ve temaların pek çoğu daha önce kez işlenmiş konular ama tüm bunlara, basitliğine ve hatta çocuksuluğuna rağmen -en azından bir kez- görülebilecek bir yapıt bu.
(“Uzaylı: Yıldız Adam”)