“Ben senin avukatınım. Yani senin annenim, babanım, en iyi arkadaşınım ve rahibinim”
Bir rahibi öldürmekle suçlanan bir genci savunan avukatın hikâyesi.
Kariyeri ağırlıklı olarak televizyon için yaptığı çalışmalarla dolu olan yönetmen ve yapımcı Gregory Hoblit’in bu ilk sinema çalışması bugüne kadar çektiği filmlerden en çok öne çıkanı. Zaman zaman televizyon çekilmiş bir mahkeme filmi havası taşısa da filmin iki güçlü kozu var. Sürpriz olmayı deneyip elini açık eden pek çok filmin aksine gerçekten seyirciyi de ters köşeye yatıran (bir şeylerin olduğunu hissettirip bunun ne olduğunu gizlemeyi başararak) bir finale sahip olması ve ilk sinema filminde dört dörtlük bir performans gösteren Edward Norton’un varlığı.
Richard Gere’in idare eden ama pek de öne çıkamayan oyunu ile canlandırdığı avukat Amerikan sinemasında hemen her türünü defalarca gördüğümüz avukat örneklerinden biri. Hırslı, savunduğu kişinin ne yaptığını umursamayan ama bir filmin kahramanı olduğuna göre elbette becerikli, akıllı ve işte zaman zaman derinlere gizlense de vicdan sahibi. Film onun bir gazeteci ile konuşmaları üzerinden mesleği için daha önce defalarca söylenmiş sözlere yeni bir şey katmıyor ama yine de hikâyeye çeşni katması için koyulmuş görünen bu sahneler bir yandan da filmin özellikle finali ile bizi üzerinde düşünmeye zorladığı adalet mekanizmalarına odaklanmamızı sağlıyor. Adaletin ne kadar adil olduğu, adalet sistemlerinin gerçek suçu ve suçluyu keşfetmeye ne kadar açık olduğu ve bir bireyin suçluluğunun/suçsuzluğunun onu mahkum etmeye çalışanlar ile savunanların becerisine ne kadar da acımasız bir şekilde bağlı olduğu filmin hikâyesi boyunca bize sorgulattığı bazı temel kavramlar. Bunlar bir kenara bırakılırsa film ne sinema sanatı açısından çok önemli ne de anlattığı diğer tüm o yozlaşma, taciz vs temaları açısından yeni veya farklı bir şey söylüyor. Amerikan sinemasının sadece kendisinde bile bu temaların çok daha parlak örnekleri var. Karşımızdaki ise temiz bir dille anlatılmış, kimi vasat anlarının üzeri ustalıkla örtülmüş ve aksamayan bir tempo ile anlatılan bir film sadece aslında.
Ve Edward Norton. İlk sinema filminde Richard Gere’ı gölgede bırakan performansı ile filmin asıl ve tek yıldızı. Karakterinin kekelediği anlarda veya finaldeki o kısacık sinsi gülümsemesi ile kumaşı sağlam bir oyuncunun ufak bir jesti ile bile neler yapabileceğini gösteriyor seyredene. Hikâyedeki kimi klişelere (savcı ve avukatın eski sevgili olması vs.) rağmen filmi ayakta tutan en sağlam unsur da onun oyunculuğu. Evet televizyon esintili bir Amerikan suç/mahkeme filminden (ve artık binlerce kez tanık olduğumuz “itiraz ediyorum” ifadelerinden veya jüri üyelerine yanaşarak atılan sağlam nutuklardan) çok şey beklememek gerek sonuçta ve film bu durum kabullenilerek seyredilirse yeteri kadar gerilimli, yeteri kadar heyacanlı ve yeteri kadar sürükleyici.
(“İlk Korku”)