“Hiç kimsenin hayatı mükemmel değildir, öyle görünse bile. Görünenin altında sırlar ve mutsuzluklar yatar. Benim hayatım da bir istisna değildi”
Bir ölüm, bir yabancı ve parçalanan bir evliliğin hikâyesi.
Oyuncu ve senarist Julian Fellowes’un ilk yönetmenliği. İngiliz romancı ve senarist Nigel Balchin’in bir romanından sinemaya uyarlanan film temiz sinema dili ve oyunculukları ile dikkat çeken, gerilim ve dram öğelerini başarı ile kullanan ve ilgi çekmekte zorlanmayan ama özgünlükte ve sinemasal yaratıcılıkta geride kalan bir çalışma.
Buckinghamshire’ın nefis kırsalında geçen filmdeki görüntüler seyrederken insana yaşanacak ne yerler varmış dedirtecek derecede güzel ve bir parça fazla “temiz ve şık” havası olan filmin bu atmosferini de destekliyor. Zengin bir avukat ve karısı ile araya giren aristokrat kökenli playboy arasında geçen hikâyede filmdeki zenginliğe uygun olarak herhalde asıl kaybeden de ailenin hizmetçisi oluyor. Stanislas Syrewicz’in başarılı müzik çalışması da filmin şık ve zengin görüntüsüne katkıda bulunuyor. Tüm bu zenginlik içinde film polisiye bir olay üzerinden aşk, ilişkiler, ihtiras ve bağlılık üzerine dramatik bir hikâyeyi aktarıyor seyirciye ama bu alanlarda çok da derinlere inemiyor açıkçası. Örneğin kadının ayrıl(a)madığı sevgilisi ile arasındaki ilişkinin ne ateşi yansıyor seyirciye ne de hikâyede önemli bir yer tutan bu ilişkinin neden bu derece olayları belirleyici bir rolü olduğunu hissedebiliyorsunuz. Üstelik Rupert Everett’in bir parça fazla sakin görünen oyununa ciddi bir zıtlık teşkil eden Tom Wilkinson ve Emily Watson gibi iki büyük oyuncunun muhteşem kelimesi ile özetlenebilecek oyunculuklarına rağmen. Wilkinson klasik oyunculuk kalıpları içinde hareket ediyor ama bazen sadece canlı seyredilen bir tiyatro performansında görülebileceğini düşündüğüm bir gerçeklik ve etkileyicilik katıyor rolüne. Emily Watson ise Wilkinson’ın tersine oldukça modern ve bazı anlarda tuhaf ama oldukça çekici bir oyunculuk gösterisi sunuyor film boyunca.
Senaryo tıkır tıkır işliyor filmde ama seyrettiğiniz örneğin BBC’de izlenebilecek ve her zaman asgari bir kalitesi garanti olan bir dramatik polisiyenin seviyesinin üzerine çıkamıyor ve bu anlamda sinemasal tadı da eksik kalıyor filmin. Kocanın kısa ve “kaçınılmaz” kaçamağı da filmde neden yer aldığı anlaşılmayan bir yan hikâye olarak senaryoyu zayıf düşürüyor. Yine de senaryonun yağmur altında eski aşkın anısı üzerinden iletişimlerini korumaya çalışan çiftin görüntüsü gibi belki bir parça klişe ama etkileyici görüntülere kaynaklık ettiğini ve özellikle diyaloglarının başarısı ile dikkat çektiğini de söylemek gerek.
Hayatının mükemmel olduğunu düşünen ve mükemmelliyetçi tavrı nedeni ile kocasını ne yapsa tatmin edemeyeceğini düşünen karısını kendisinden uzaklaştıran adamın hikayesi olarak da özetlenebilecek olan hikâye ilişkiler üzerine söylemek veya daha doğru bir deyiş ile düşündürtmek istedikleri ile “kim yaptı” türünden polisiyesinin öğeleri ile arasında yeterli dengeyi kuramamış ve bu bağlamda karakterlerinin ruhuna yeterince girememiş de görünüyor. Yine de kendisini mükemmellik ile sarmalanmış olarak görünen bir adamın kendisine kurmuş göründüğü kişisel imparatorluğunun birden elinin altından kayıvermesini anlatan hikâyenin sadece bu yanı ile bile yeterince dikkat çekici olduğu söylenebilir. Filme adını da veren yalanların sayısı arttıkça sahiplerini nasıl da sonu olmayan bir yola sokabileceğini de gösteren filmin polisiye yanını işlemekte biraz zayıf kaldığını da söylemek gerek. İki muhteşem oyuncusunun ikili sahneleri ile kimi kusurlarını bastırmayı başaran film yeterince derinliğe sahip olmasa da ilgiye değer ve sadece iki büyük oyuncusu için bile görülebilecek bir çalışma özetle.
(“Ayrı Hayatlar”)