“Biz farklıyız. Aynı dili konuşuyor ve aynıymış gibi görünüyoruz ama farklıyız ve bu benim hoşuma gidiyor”
Normandiya çıkarması öncesinde İngiltere’de yerleşik ABD’li askerlerle İngiliz kadınları arasında yaşanan aşkların hikâyesi.
İngiliz yönetmen John Schlesinger’dan savaş sahnesi içermeyen bir savaş filmi. Orijinal bir senaryoya dayanan film, hem savaş zamanında aşkın hayatlardaki yeri hem de kendi evleri olmayan topraklarda Amerikan askerlerinin yerli halk tarafından nasıl algılandığı üzerine sözleri olan bir çalışma. Schlesinger’ın bir parça durgun bir yönetim gösterdiği film hikâyesinin kaldıramadığı uzun süresinin ve yeterince akıcı ilerlemeyen temposunun etkisi ile çabaladığı kadar etkileyici olamıyor.
Senaryo ilginç bir şekilde iki ayrı İngiliz kadın – Amerikalı subay aşkını anlatıyor ama nerede ise bu hikâyeler birbirine hiç dokunmuyor. Bu iki aşkın tarafları, hikâyelerinin gelişimi ve sonuçları da bir karşılaştırmaya altı dolu olacak bir şekilde imkân vermediği için nerede ise iki farklı film izliyor gibi oluyorsunuz ve bu tercih de filme zarar veriyor kuşkusuz. Senaryonun bu hatası bir kenara bırakılırsa, çok yeni şeyler söylemese de İngiliz-Amerikan zıtlığı (veya benzerliği) üzerine, bireylerin savaş zamanlarında geri plana düşen aşk hayatlarındaki kayıplar üzerine ve Amerika’nın “kurtardığı” toprakların sahiplerine ve orada yaşayanlara karşı olan tavırları ve bu tavırların nasıl algılandığı üzerine birtakım hatırlatmalarda bulunmayı başarıyor senaryo. Bu hatırlatmalardan ilkini ve sonuncusunu yaparken de genel olarak tarafsız bir yerde durmayı başarıyor. Örneğin İngiliz halkın bir kısmı askerlere sıcak, bir kısmı ise tepkili yaklaşırken, senaryo Amerikalı askerlerin tavırlarını da bazen kendinde her türlü hakkı gören bir kurtarıcıdaki küstahlık biçiminde kimi zaman da kendini isteği dışında bulduğu yabancı topraklarda evini özleyen ve savaşın acısını çeken iyi niyetli insanlara özgü davranışlar olarak sergiliyor. Bu “tarafsızlık” elbette bir açıdan bakınca fazlası ile ortada duran bir film görüntüsüne neden oluyor ki bu da filmin lehine bir sonuç oluşturmuyor. Filmin temel sıkıntısını da çok iyi örneklendiren bir olumsuzluk bu aslında. Senaryo Schlesinger’a sıkı bir anlatım sağlayacak yeterli malzeme vermiyor ve ne her iki aşk ne de savaş ortamının sıkıntıları seyirciyi ele geçirecek bir içerik ve biçimle gelebiliyor karşımıza.
Subay olan kocası savaşta olan İngiliz kadın (Vanessa Redgrave) ile Amerikalı subay (William Devane) arasındaki aşkı anlatamamak gibi bir derdi de var filmin. Schlesinger bu aşkı ne diğer aşk hikâyesinden yeterince farklı kılabiliyor ne de sondaki kabullenmenin hüznünü geçirebiliyor seyirciye. Aşklarının imkânsızlığını daha olgun bir şekilde kabullenen bu karakterlerin hissettiklerini seyircinin hissetmesini zorlaştıran anlatım, anlattığı aşkı da nerede ise sıradan kılıyor. Kadının yatılı okulda okuyan ama bundan nefret eden çocuğu ile ilgili hikâyenin filmde neden yer aldığını anlamak ise mümkün değil. Ne gelişen olaylara etkisi olan ne de kendi başına yeterince ilginç olabilen bu küçük yan hikâye tamamen çıkarılabilirmiş filmden. Belki yönetmenin final kurgusundan yaklaşık 25 dakikanın yapımcılar tarafından kesilmiş olmasının da etkisi olmuş bunda ama sonuçta havada kalan bir yan hikâye bu. Schlesinger’ın Amerikan ordusu içindeki ırkçılığa dokunduğu ve siyah bir askerin beyaz bir İngiliz kız ile dans etmesinden kaynaklanan kavgayı gösterdiği sahne sıradan bir mizansen ile çekilmiş olsa da içeriği ile dikkat çekiyor ama tıpkı yatılı okuldan nefret eden çocuğun hikâyesinde olduğu gibi filmin hikâyesinin dışında kalan içeriği ile bir yere oturmuyor. Bu kavgaya karışan beyaz askerlerden birinin daha sonra finalde bir çocuğa gösterdiği sevecenlik hakkında senaristler ne hissetmemizi beklemişler bilmiyorum ama eğer beklenen savaşın neden oldukları veya ırkçılığın o dönemde sıradan insanlar arasında ne kadar “doğal” olduğunu söylemek ise askerin iki zıt uçtaki davranışları bunu ima dahi etmiyor açıkçası.
Richard Gere’ın sadece yakışıklılığını emrine verdiği diğer pek çok filmi ile kıyaslayınca epey başarılı bir biçimde can verdiği Amerikalı asker ile İngiliz genç kız (Lisa Eichhorn) arasındaki aşk ise diğeri ile karşılaştırınca filme daha fazla enerji katan ve Schlesinger’ın farklılık yarattığı anların da kaynağı olarak görünüyor. Filmin Gere ile Eichhorn arasındaki ikili romantik sahneleri en parlak anlarını teşkil ediyor ve gerek kamera açıları gerekse ve özellikle Eichhorn’un oyunu ile dikkat çekiyor. Anne rolündeki Rachel Roberts’ın duyarlı ve gösterişli anlarda bile inceliği elden bırakmayan oyununa da dikkat edilmeli. Fiziksel olanı değil psikolojik olanı ile savaşı karşımıza getiren film, kimi iyi oyunculukları ve aşklardan birinin romantizminin başarılı gösterimi ile ilgi çekebilir yine de. Belki senaryo iki ayrı aşk yerine (aslında ikinci planda kalan bir üçüncü aşk da var filmde) genç çiftin aşkına ve bu aşkın kurbanı olan genç İngiliz askere ağırlık verilseymiş, çok daha farklı ve etkileyici bir sonuç elde edilir ve filmin tüm çabasına rağmen yeterince veremediği hüzün çok daha fazla elle tutulur hale gelirmiş diye düşünmemek elde değil.
(“Yankiler”)